Bismillahirrahmanirrahim
“Sarıklar kan oldu, Ak sakal kan oldu / Demek bitmedi Kerbala,
Hama Kerbalası dehrin.” 1970'den beri Suriyeyi demir yumrukla
yöneten Esed rejiminin, 1982'de Hama'da yaptığı ve on binlerce
rejim muhalifinin öldürüldüğü katliam için bu dizeleri
yazmıştı Cahit Zarifoğlu “Hama Sımsıcak” şiirinde. Ne
-geleneksel olarak rejim muhaliflerinin kalesi olan- Hama'nın ne de
tüm Suriye'nin makus ve acı mâzisi, 2011'den beri Esed rejiminin
halkını katletmesiyle sınırlı. 27 Haziran 1980'de Suriye
diktatörü Hafız Esed'in kardeşi Rıfat Esed, paramiliter güçleri
kullanarak, (bütün dünyanın ancak “tarihi kalıntılar”
vesilesiyle konuşabildiği) Palmira (Arapça adıyla Tedmur)
şehrindeki hapishanede, çoğu muhalif yüzlerce insanı
koğuşlarında katletmişti ve bugün rejimin katliamları için
meşru bir mazeretmiş gibi öne sürülen “kafa kesen radikallar”
ya da sözde “ABD desteği” o zaman için söz konusu dahi
değildi. Suriye halkı bir diktatörün yönetimi altında yaşamak
istemiyordu, arkalarında da yanlarında da kimse yoktu, sonuç
olarak sadece toplu katliamlar buldular. Sarıklar kan oldu, ak sakal
kan oldu.
2011 ve günümüz arasındaki periyodun iyi anlaşılması gerektiği
kadar, 2011 öncesinin de hatırlanması lazım, çünkü hâlâ
Suriye'deki mücadelenin çok yalın bir “iyiler – kötüler”
savaşı olduğunu idrâk edemeyip ama'lı analizlerin ve tâli
yolların rahat kollarına kendini bırakan “Müslüman aydınların”
varlığı aşikar. 1982 Hama bizler için ne kadar netse, bugün
Deyr ez-Zor'dan İdlibe kadar uzanan coğrafyada yaşanan kıyâm ve
mücadele de o kadar nettir, net olmalıdır. Çünkü bildiğimiz
bir şey var ki 30 yıl önce hürriyet için baş kaldıran
Suriyelilerle, 2011'de Esed karşıtı graffiti yaptıkları
gerekçesiyle tutuklanıp işkenceye maruz kalan 15 genç ve korku
duvarını yıkıp onlar için sokaklara çıkan Suriye halkı
aynıdır. 1980 yılında Tedmur Hapishanesi'ndeki koğuşunda korku
içinde infaz sırasını bekleyen bir Müslüman Kardeşler
sempatizanıyla, 2011'de Deraa Kuşatmasını protesto için sokağa
çıkan ve rejim güçleri tarafından tutuklanıp işkenceyle
öldürülen 13 yaşındaki Hamza Ali el-Hatib birdir ve aynı
davanın fertleridir. Ne büyük devletlerin Suriye üzerindeki
amaçları ne de -rejimden çok muhaliflerle savaşmış- IŞİD gibi
örgütlerin varlığı bu net ve berrak tabloyu bozmaya muktedirdir.
2011'de Suriye halkı, meydanları marşlarla, sloganlarla doldurarak
rejime karşı seslerini yükselttiklerinde, Esed rejimi bildiği tek
şeyi yaptı ve sivillerin üzerine ateş açtı, tutukladıklarını
işkencelerle katletti. Yalnız bir zaman geldi ki insanlar ölmekten
bıktı, bazı rejim askerleri ise öldürmeyi vicdanlarına kabul
ettiremedi ve Özgür Suriye Ordusu böyle kuruldu. 2011'den günümüze
-her ne kadar onlarca yeni örgüt kurulup çok alengirli analizler
yapılsa da- savaşın tarafları ve hatları hep açıktı: Özgür
Suriye isteyenler ve rejimin devamını arzulayanlar. Dolayısıyla
ortada karmaşık bir durumdan ziyade rahatını bozmak istemeyen bir
Müslüman entelijansiya sorunu var.
“Biz aslında hep mazlumlarla beraberiz, Suriye rejimine de hep
karşıydık ama...” deyip neden Suriye mevzusunda dümeni
emniyetli sulara kırdıklarını anlatma telaşındaki
“aydınlarımız”ın iddialarını ve bu iddiaların neden yanlış
olduğunu göstermeye ihtiyaç var. Belki de en moda olanıyla
başlamalıyız: “Allahuekber diyerek birbirini öldüren
Müslümanlar.” Bunun meali: din ve hürriyet için kıyâm eden
insanlarla, “La ilaha illa Beşar Esed” diyen ve tutsak
muhaliflere de bunu söyleten rejim askerlerinin aslında “kardeş”
olduğuna inanıyoruzdur. İşte dillerden düşmeyen “vahdet”
ruhu budur. Kaldı ki olay Esed rejiminin imanının ne olduğunun
ötesinde, yaptıklarıdır. Suriyelilerin evlatları sokaklarda
öldürülüp istihbarat merkezlerinde işkence edilirken ve tecavüz,
rejimin en büyük silahı olmuşken hakikaten konuşmamız gereken
husus sizlerin Nuh nebiden kalma altı boş vahdet hûlyalarınız
mıdır? Öte yandan, muhalifler henüz 2011-12 yıllarında “İran
ve Hizbullah, rejimle beraber bize saldırıyor” derken birçokları bu iddiayı reddeti, bugün
ise bu herkesin bildiği bir hakikat ama İranı barışın bir
aktörü olarak sunma çabası inatla sürüyor. “İranlı, Esedli”
vahdet planlarınızı bize değil Suriye halkına anlatmayı
deneyin, ülkemizde yaşayan 2 milyon Suriyeliden birinin kapısını
çalın mesela;
babası Hizbullah tarafından öldürülmüş bir
yetime, çocuğu kimyasalla/varil bombasıyla katledilmiş bir babaya
aslında tüm savaşın ne kadar da yanlış olduğunu, sonuçta
hepimizin Allahu ekber dediğini ve vahdetin lüzumunu anlatın. Eminim çok güzel cevaplar alacaksınız... Bu
kategorideki bir diğer itiraz ise muhaliflerin kendi aralarında
yaşadığı ayrılık. El-yevm bu sorunlar büyük oranda çözülmüş
ve muhalifler yekvücud olarak savaşıyor olmasına rağmen geçmişte
bu tarz çatışmaların olduğu gerçek. Tıpkı Filistin'de olduğu
gibi. En son El Fetih – Hamas ayrışması olarak kendini gösteren
ve 20.yy'da sürekli varolan Arapların iç çatışmaları/ayrılıkları
binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Ancak kritik soru şu: Bu,
bizleri İsraile karşı durmaktan alıkoymuş mudur? İsraile karşı
yekvücud bir direnişin olmaması kimin haklı kimin haksız olduğu
hususunda “aydınlarımızın” kafasını karıştırmış mıdır?
Cevabı malum olduğu üzere, hayır. Suriye'de de hiçbir neden
yoktur ki bizleri zulme kıyâm eden insanları desteklemekten
alıkoysun yahut “ortalığı çok karıştırdılar” bahanesine
sevkederek topa girmemize engel olsun.
Kimileri, Suriye'de olan biteni nitelemek için kasten “vekâleten
savaş” (proxy war) ifadesini her cümleye sıkıştırmakta ve
yaşananları, Suriye halkının iradesiyle başlamış ve devam eden
bir hürriyet mücadelesi olarak değil de büyük devletlerin,
piyonlar vasıtasıyla yürüttüğü bir çıkar çatışması
olarak resmetmekte. Bu ne tarihi gerçeklerle ne de 2011'de başlayan
son kıyam ile bağdaşmakta. Yukarıda yeterince bahsedildiği üzere
her şey 2011'in bir Mart sabahı başlamadı, '80'de, '82'de rejime
başkaldıranlar kimin taşeronuydu? Suriye sanki bir barış
havzasıydı da Batı dünyası, muhalifleri yaratıp silahlandırarak
bunu bozdu şeklinde satılmaya çalışan hikayeye aklı başında
kimse inanmaz. Suriye'de bir başkaldırı için tüm şartlar
mevcuttu: 40 yıldır zulümle iktidarı elinde tutan bir aile, Sünni
çoğunluğu baskı alan Nusayri azınlık rejimi, ve zulümden
bıkmış, Arap Baharıyla da bir şeylerin gerçekten
değişebileceğine inanmış Suriye halkı. Özellikle silahlı
mücadele başladıktan sonra Suriye meselesinin uluslarası bir konu
olduğu ve ülkelerin taraflarını seçtikleri bir gerçek. Ama
bunu, İran ve Rusya'dan silah, asker, para alarak halkını katleden
Esed rejimi üzerinden değil de “uluslarası toplum, bu zalim
rejime karşı özgürlük isteyen Suriyelilere yardım etsin”
diyen muhalifler üzerinden okumak ciddi bir kötü niyetin
göstergesi. Kaldı ki “moderate” muhaliflere yardım etmeye söz
vermiş ABD ve Batı, bu vaadini ne kadar gerçekleştirdi? 4 yıl
boyunca ne uçuşa yasak bölge ne de tampon bölge projelerini kabul
eden ABD, 200 binin üzerinde insanın katledilmesini izledi. Yardım
ve müdahale vaadleri hep sözde kaldı, Suriye halkını temsil
etmekten uzak bazı küçük gruplar harici diğer gruplar hiçbir
silah yardımı alamadı. Kimyasal silah kullanımının Suriyeye
müdahale için kırmızı çizgi olduğunu söyleyen Obama, Guta'da
rejim tarafından yapılan kimyasal saldırı sonrası “Suriye'nin
elindeki kimyasal silahların imhasına yönelik plan” haricinde
hiçbir şey sunamadı, can cekişen çocukların görüntüleri
kaldı Guta'dan geriye sadece. IŞİD'e karşı askeri koalisyon
kurup devamlı hava saldırısı yapabilen hatta IŞİD'le sınırlı
kalmayıp Ahrar, Nusra gibi örgütleri de rahatça hedef alabilen ve
bölgenin “hassas dengelerini” gözetmeyip bir fil edasıyla
züccaciye dükkanında dolaşan ABD, ne hikmetse mesele Esed
rejimine karşı önlemler almak olunca bir anda soğukkanlılığa
bürünmekte ve kırmızı çizgilerini bile silebilmekte.
Zaten
ABD'nin cemaziyelevveli ortadayken Suriye halkının ve silahlı
grupların çok büyük hayal kırıklığına uğradığını
söyleyemeyiz; peki 21 Ağustos'da bir sabah namazı vakti Guta'da
rejim güçleri tarafından yapılan kimyasal saldırı sonrası
aklına ilk olarak “Suriye'ye dış müdahaleye hayır” demek
gelenler? Müslümanlar ve gerçek vicdan sahipleri bunu unutabilecek
midir? Rejimin tezlerinin arkasına sığınanlar, “kim tarafından
kullanıldığı belli olmayan kimyasal silahlar” deyip hiçbir
anlamı ve gerçekliği olmayan tâli yollar önerenler bu iğrenç
rejimin yalanlarına inanacak kadar saf mıdır yahut bizleri mi çok
saf görmüşlerdir? İsrail'in her Gazze saldırısı sonrası
yaşanan enformasyon savaşında Filistin ve İsrail tarafı
birbirine taban tabana zıt açıklamalar yaparken -doğal olarak-
yalanlar üzerine kurulu İsrail Devleti'nin anlatısına
inanmayanlar, o iddiaları söz konusu dahi etmeyenler katil Esed
rejimini çok mu güvenilir ve masum bulmaktadır ki Suriye halkının
yaşadıklarına ve anlattıklarına karşın rejimin klasikleşmiş
yalanlarını hakikatten bir cüzmüş gibi önümüze sunmakta ve
suyu bulandırmaya çalışmaktadırlar? İranın ve Rusyanın, Esed
rejimine yönelik desteğini ve müdahalelerini konuşmayıp ancak
“olası” bir “Batı müdahalesi” için insiyatif almak, yüce
bir vicdanın mı yoksa “vijdan kuaförlüğünün” mü
alametidir? Peki bu insiyatif alıp, seslerini yükseltenler niçin
ABD öncülüğündeki koalisyonun Suriye'de halihazırda yürüttüğü
hava saldırılarına karşı sesini çıkarmamaktadır, yoksa
yalnızca ABD uçaklarının Esedi vurmasından mı korkuyordunuz? Ne
olursa olsun ortada çok açık bir iki yüzlülük ve Suriye'deki
haklı kıyâmı yetim bırakma durumu vardır. Hatta öyle şeyler
olmuştur ki eski milli görüşçü yeninin hızlı CHP'lisi bazı
“vicdan dağıtıcıları”, Suriye'deki katliamlar için tek
kelam edemezken şebbihalar tarafından gerçekleştirilen Banyas
Katliamı'nın fotoğraflarını “cihatçıların vahşeti” diye
pazarlayabilmiştir. Velhasıl Suriye halkının uğradığı
ihanetin boyutlarını anlatmak gerçekten güçtür. İranla ve
Esedle vahdet hülyaları kuranlar, Suriye halkını kaybettiğinin
farkında değil.
Özetle şunu söylemek gerek ki mevzu Filistin, Mısır, Bosna
olunca en önde koşup en öfke dolu yazıları yazanlar, acaba niye
Şam ehlinin acıları karşısında “Ortadoğu bataklığına
bulaşılmaz” seviyesine gelmiştir? Sanırım İsraile küfredip
Gazze romantizmi yapmanın konforu Deraa'yı, Hama'yı, Humus'u,
Halep'i, İdlib'i hatırlamakta ve oranın insanlarıyla beraber
dertlenmekte yoktu ki Suriye yetim kaldı. Bosnaya silah da dahil her
türlü yardım yapılsın demenin konforu Suriye için geçerli
değildi sanırım ki tek bir kalemde ümmeti kurtaranlar sesini
çıkaramadı, çıkaranlar “şimdi o silahlar nereye gidiyor”
acaba dedi. Kimileri çıktı 2011'den beri yavaş yavaş Suriyeyi
işgal eden ve Suriyenin evlatlarını katleden İrandan medet umdu.
Dediğim gibi Suriyelilerin uğradığı ihanetin boyutunu
kestiremiyorum. Elbette öyleleri de çıktı ki Türkiyeden, Suriye
konusunda söylenmesi, yapılması gerekenleri yaptı, yapıyor ve
yapacak. Hepimiz biliyoruz onlar kim, ve hepimiz biliyoruz
“diğerleri” kim. Yazıya dizeleriyle başladığım Cahit
Zarifoğlu'nun, 1982 Hama Katliamı için yazılmış kısacık bir
diğer şiirini daha hatırlamakta fayda var “O sabah ezan sesi
gelmedi camimizden / Korktum bütün insanlar, bütün insanlık
adına.” Bu insani korkuyu ve tedirginliği hissetmelerini
beklemiştik onlardan, fazla şey beklemişiz demek ki.