27 Mayıs 2016 Cuma

Laik Devlet Dinsiz Toplumun Köprüsüdür: Bir Şeriat Tartışması





Bismillahirrahmanirrahim


Yıl 600’ler.
Yer Medine: Cahiliye Yesrib’inin nurla yıkanmış, hicretle şereflenmiş, risalet kandiliyle aydınlanmış yeni yüzü. Alemlere rahmet habibullah Muhammed Mustafa aleyhisselatu vesselam; daha sonradan emir-ül mü’minin olacak Ömer (ra)’ın oğlu Abdullah ibn Ömer (ra) ile konuşuyor. Ve mübarek dudaklarından şu ilahi ikaz yükseliyor:

Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zi­ra o senin hem etin, hem kanındır

Hint’ten Roma’ya, antikiteden moderne; insanlık tarihinde bu denli kalpleri titretecek bir beşer kelamı var mıdır bilmem. İnsanın varoluşana dair en temel sırrı ifade eden bu hadis-i şerif adeta Zariyat/56’nın tefsiri gibidir:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ  
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

Vahyin açık beyanından da anlaşılacağa üzere, varoluşsal bir ikilem yahut krize sebebiyet vermeyecek netlikte, insanoğlunun varlığının sebeb-i hikmeti yalnız ve yalnız Allah’a kulluk etmek, bunu başarmak için de Allah’ın dinine sarılmaktır. 

İşin modern zamanları ilgilendiren kısmı ise artık Allah’ın dinine “ne zaman” ve “nerede”  sarılacağımızın bizlere dikte edildiği bir çağı teneffüs ediyor oluşumuz. Avrupa’nın izlediği rönesans, reform, aydınlanma çizgisi ve sonucunda ulaştığı devlet ve kilise ayrılığı; 19.yy’dan itibaren İslam dünyasında da bazı akisler bulmuş ve kimi zaman Avrupa baskısı kimi zaman yerli Frenkler eliyle gayritabii bir şekilde siyaseti dinden arındırma, bu eksende dinin toplumsal hayatta oynadığı rolü minimize etme ve dine modern yaklaşımlar getirme projeleri yürütülmüştür. Devleti dinsizleştirmek hiçbir zaman orada durmamış; bu önce toplumun dindarlığını zedelemeye, oradan da bireyin Allahla ilişkisini harap ederek külli bir dinsizleşmeye kapı açmıştır. Öfemizm olarak "sekülerleşme" denen bu dinsizlik haliyle modern Müslümanın barışması da işbu tezi doğrulayan bir göstergedir.

İslam dünyasında yürütülen mezkur projeler, Müslümanların ve İslam birikiminin varlığına karşı Moğollardan da Haçlılardan da daha büyük tehdit teşkil etmektedir; zaten, takribi 200 yıllık süre zarfında, yarattıkları tahribat da  ne Bağdat’ın uğradığı Moğol istilası ne de Kudüs’ün Haçlı ellerine düşmesiyle ölçülebilir. Müslüman zihin iğdiş edilmiş, modern bid’at fırkalarla binlerce yıllık İslam muktesabatı çiğnenmiş, Müslüman toprakları kolonileşmiş, kolonyalizme başkaldırı için ortaya çıkan çoğu ihya figürü/hareketi (Mevdudi, Abduh, Afgani vs.) ise "tecdid" adı altında "tahrip" yaratma ve İslam’ın temelleriyle oynama yolunu seçmiştir.

Tarihsel arka plana daha fazla girmeden İslam-devlet ilişkisi ve laiklik savunularına değinmemiz gerekirse: evvela İslam zaviyesinde durumun nasıl olması gerektiğini kısaca özetledik. Beşerin tek görevi Allah’a kul olmakken, İslam'ın birçok kaidesi ancak bir devlet gücü olduğu zaman uygulanabilecekken “evinizde/camiinizde Müslüman olun, devlette değil” demek Müslüman aklın kabul edemeyeceği bir garabet ve zillettir. Nasıl selam verileceğinden, nereye hangi ayakla girileceğine; misafirlik adabından komşu ilişkilerine; hayatın tüm alanını dizayn eden İslamiyet’in devlet tasavvuru olmadığı, devlete talip olmadığı, kamusal alan üzerinde hakim olmak istemediği şeklindeki hezeyanlar modern dönemde ortaya çıkmış ve ne hikmetse bizden evvelki Müslümanların aklına asırlar boyu gelmemiş fikirlerdir! Medine’ye varınca ilk işi kurucu unsuru Müslümanlar olan bir devlet kurup yine kurucu unsuru Müslümanlar olan bir toplumsal akit hazırlamak olan Peygamber aleyhisselatu vesselam’ın önderlik ve örnekliği bizler için yeterlidir. İslam’dan laiklik çıkmaz, çıkarmaya çalışan ya sefil bir cahil yahut dinsizliği hakim kılma telaşındaki bir art niyetlidir. Devlet nasıl yönetilecektir, kanunlar nasıl olmalıdır, devlet erki sokağı/hayatı nasıl regüle edecektir; bunları ve daha fazlasını Şeriat ihtiva etmektedir. 

İslam, yeşerip büyümek ve hakim olmak için bir alana ihtiyaç duyar. İslam’ın doğası gereği, bu  alan yalnız devlet-dışı (aile, sivil toplum) toplumsal kurumlar olamaz, İslam devlet erkine taliptir. Zira devlet erki ve devlet-dışı kurumların İslami nitelikleri birbirlerini beslemekte ve hayati bir bağ ile birbirlerine bağlanmaktadırlar. Bu, şu anlama gelmektedir: “Müslümanlar STK kursun, aile içinde güçlü nesiller yetiştirsin ama devlet dinsiz olsun, ona müdahale etmesinler” şeklindeki fikir batıldır ve ne akıl ne nakil açısından bizlerin kabul edebileceği bir nazariye değildir. (Aynı şekilde tam tersten, İslam'ı devlete sıkıştırıp bireysel/ailesel yönünü yok saymak da batıl bir çabadır) Nakil açısından sorunları Peygamberin hayatı üzerinden yeterince ele aldık ve Allah'ın adalet tecellisi olarak buyurduğu had cezaları gibi birçok İslami konseptin ancak devlet gücüyle kuvveden fiile çıkarılabileceği de aşikar (yani İslami yönetim, Kur'ânî bir emirdir). Bir de akli olarak; devletsiz, sivil topluma sıkıştırılmış İslam fikrinin niçin muhal olduğu üzerine düşünmeliyiz: Bir ülkenin sokaklarını İslam Şeriatı’nın (yahut başka bir şeriatın) düzenlemiyor olması, o sokakların dizayn edilmediği anlamına gelmez. Doğa boşluk kabul etmez, ölüm doğumu, gece gündüzü takip eder ve İslam Şeriatı’nın boş bıraktığı sokaklar laikliğin mütecaviz doğasıyla doldurulur. Müslümanlar her gün İslami ahlaka muhalif bilboardların önünden geçmek zorunda kalır, çocuklarını karma okullara göndermek mecburiyetiyle karşılaşır, toplu taşımada kadın-erkek ayrılığı talep edemez, televizyonlar davetsiz biçimde hayatlarını etkiler, eşcinsellik/zina yahut ateistliğin yahut içki/kumarın kamusal görünürlüğüne/kabulüne ve bunların nesiller üzerindeki etkilerine hiçbir müdahale hakları olmaz, dini kurallar ve laik yasaların çelişmesi durumları mümkün olur, faiz sistemi her yanı sarar ve nihayet; din [algısı] esner, dindarlar esner, Kur’an bir mushaftan, Müslümanlık bir etiketten fazlası olmaz, devletin dinsizliği toplumun dinsizliğinin köprüsü olur. Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok Batı’nın deneyimleri ve bizim 200 yıllık tecrübemiz ortadadır.

Sosyolog Volkan Ertit’in “Türkiye sekülerleşiyor” tezi ve bu tezine dayanak olarak sunduğu deliller kalır devletsiz İslam’dan geriye. Evet Türkiye sekülerleşiyor, yeni "dindarlık-lar" oluşuyor ve Etyen Mahçupyan da çok seviyor bu tezi dile getirmeyi, İslami bir yönetimin mümkün olmayacağını  çünkü çeşitlenen (daha doğru ifadeyle deforme olan, modernizmin altında ezilen) bazı Müslümanlar’ın böyle bir talebi olmadığını söylüyor. Ama yaşanan bu toplumsal dönüşüm zaten İslami bir yönetimin olmamasının ve laikliğin ortak kabul olarak dayatılmasının eseri! Cumhuriyet dönemi dayatmaları sonucu Müslümanlar arasında peyderpey ortaya çıkan ve son 30 yıllık süreçte dünya çapında yaşanan freni patlamış "küreselleşmeyle" de iyice perçinlenen sapmaları, kontekstinden alıp başlı başına bir delilmiş ve İslami tabanda buna doğru ihtiyari bir yönelim varmış gibi sunmak; ve bundan çıkarım yapmak şark kurnazlığıdır, el çabukluğudur. Mahçupyan’ın bir diğer tezi şu:

(…) bu bakış dini ideolojikleştiriyor. Dinin pratik hayatın kurucu unsuru olarak görülmesi, onu alternatif bakışlar arasında biri haline getirir ve kaçınılmaz olarak siyasileştirir. Adım adım dinselleşmiş siyasetten, siyasileşmiş dine geçersiniz ve dini elinizden kaçırırsınız. (Karar Gazetesi / 19.05.2016)

Öncelikle Mahçupyan’a İslam’ı bu kadar düşündüğü ve hassas olduğu için teşekkür etmek boynumuzun borcu… “İslam’a rağmen İslam için İslam’ı koruma” her baba yiğite nasip olmuyor. Şayet İslam ve Müslümanlar, Etyen Mahçupyan'ın korkularını (çeşitli şerhler düşmek kaydıyla) paylaşmıyorsa? Son bir asır öncesinde Müslümanların böyle bir gündemi dahi yoktu, imamsız-hilafetsiz bir ümmet fikrini düşünmek mümkün değildi, Hz. Muhammed (sav)’in kurduğu ilk siyasal entite (Medine İslam Devleti) ve sonraki asırlar boyu gelişen İslam medeniyeti “din elimizden kaçar” diyerek dini devletten soyutlamadı, zaten din de elden kaçmadı (yaşanan tüm çatışmalara rağmen). 

[Şunu hassaten belirtmek lazım: “dinin siyasallaşması” şeklinde kavramsallaştırılabilecek tehlike de asıl olarak 20.yy’da , İslami Modernizm/İhya hareketlerinin İslamı reforme etme çabaları sırasında sadır olmuştur. Bu eksende “din acaba ne der” sorusundan ziyade “gelişmek, Batıyı yakalamak için dine ve geleneğe nasıl bakmalıyız” yaklaşımı hakim gelmiştir. Hatta bu eksende Mevdudi gibi bazı düşünürler; tevhid kavramını politikleştirmiş, İslam'ın her şeyden önce ana gayesi olan nefs terbiyesini küçümsemiş, "ibadetlerin dahi, Müslümanların siyasi amaçlarını gerçekleştirmeleri yolunda, bir araç olduğu" şeklinde din dışı yorumlar yapmışlardır. Bizim için dinin siyasallaşması olarak nitelendirilebilecek tek tehlike budur. Şer’i düzenin siyasi erke hakimiyeti değil. (Detay için bkz. İslam'ın Siyasi Yorumu - Ebu'l Hasan en-Nedvi (Bedir Yayınları)]

Öte yandan siyasi erkin her şeyi yozlaştıran, kendine değeni tuz buz eden kadim bir lanet olduğuna yönelik Mahçupyan’ın pesimist ve distopik anlatısı da çocukları “cızz” diye korkutmayı anımsatmakta ve daha fazla bir anlam ifade etmemektedir. Türkiye’nin mevcut ahvali ile yönetimi İslamileştirme çabasının ters tepebileceği haklı bir tahmindir, bunun için meşakkatli bir çaba ve ayakları yere basan geçiş süreçleri/kadrolar lazımdır, ancak tüm zaman ve mekanlarda geçerli bir kanunmuş ve sahih bir İslami yönetim mümkün olamazmış gibi kehanetlerde bulunmak açıkçası palavradır; dini de tarihi de karşına almaktır.  Mahçupyan şer’i bir düzen istemiyor olabilir ama isteklerini olgulara yahut Türkiye sosyolojisine söyletmekten ve Türkiye'deki yönetim kadrosunu laiklik lehinde etkileme çabasına da "İslam'ın hayrını düşünüyorum" boyası atmaktan vazgeçmeli.

Son olarak, Mahçupyan İslam’ın “alternatif bakışlar arasında biri” haline gelme tehlikesinden bahsetmekte. Yine kendisine teşekkür etmeliyiz ki oldukça düşünceli. Peki sormak lazım: İslam’ın alternatif bakışlar arasından biri olması durumunu zaten bugünlerde en şedid haliyle yaşamıyor muyuz? Evet yaşıyoruz ve yaşayacağız, çünkü sekülerizmin vaadi budur. Mahçupyan bizleri faraziyelerle korkutuyor, ama biz önümüzde duran mevcut zillet tablosunu görüyoruz. (Bu insanın aklıyla dalga geçmek değilse nedir bilmiyorum ama Mahçupyan, sekülerizmle "İslamı alternatif bakışlar arasında biri olmaktan kurtarmayı" vaadetmektedir!) İslam doğası gereği siyasi erke talip olduğu için, sekülerizm bu topraklara iç ve dış müdahalelerle zerkedilmeye çalışıldı. Sonuç olarak da  Osmanlı’da primus inter pares olan İslam/Müslümanlar; fikirler arasında bir fikir, hizipler arasında bir hizip konumuna çekilmiştir/çekilmektedir. Laiklik marifetiyle tarihindeki dip noktası yaşatılmakta olan bir ümmeti bunla korkutmak da akıl karı değildir.

Velhasıl, şunu belirtmek şart; Roma ve Pers gibi iki büyük merkezi monarşiyle etkileşime geçmiş Türkler ve Araplar, asırlar süren bu tecrübelerinden (MS 630-1453) çok şey öğrendiler, alınması gereken pratikleri, kurumları süzgeçlerinden geçirip aldılar. 19.yy itibariyle liberal demokrasi fikriyle olan etkileşimimiz ve 1923’den beri altında yaşadığımız cumhuriyet deneyimi de elbette bize bazı pratikleri ve kurumları yadigar bırakabilir. Süzgecin deliklerini şeriat tanzim ettiği müddetçe bunda beis görmek abestir ve tarihin akışına, insanın doğasına başkaldırıdır. Lakin Müslümanların ve İslam’ın doğrudan varlığına tehdit teşkil eden laiklik gibi prensipler, bu ödünç alma yahut devşirme sürecinde bize yadigar kalabilecek bir şey değildir. İslam, devlet gücüne ve toplumu kontrol etmeye taliptir; nakli deliller de akli deliller de İslam tarihi de bunun şahididir. İslam’ı sivil topluma sıkıştırmak afaki, cahilce yahut art niyetli bir çabadır. Devlet-dışı kurumlar kadar devletin de İslamlaşması şarttır. Kemâle ermiş bir İslami toplum ancak siyasetinden ailesine tüm içtimai kurumların tekamülü ve işbirliğiyle mümkün olacaktır. Hidayet ve tevfik Allahtandır

20 Nisan 2016 Çarşamba

Sûfiler ve Suriye Kıyamı (1): "Halep'in Cephedeki Şeyhleri"





Bismillahirrahmanirrahim

Not: 2011'den beri devam eden Suriye kıyamında Tasavvuf ehlinin nerede olduğunu merak eden, bu konuda gerektiğinde istihzayı da eksik etmeyen, çevreler için direniş içindeki Sûfi figür, kişi ve gruplar hakkında bilgilendirici çalışmalar yapma gerekliliği ortaya çıktı. Yaptıkları eylemlerin görüntüsünü HD kalitede internete yüklememeleri, dağınık vaziyette bulunmaları Suriye kıyamının içinde bu insanların yer almadığı anlamına gelmiyor elbette. Anlatılmamış binlerce hikaye, mahalle aralarında gençleri cihada teşvik etmiş ve eline silahını almış sayısız şeyh, imam, alim var. Suriye kıyamını Suriye'nin evlatları, kendi dinamikleriyle başlattı ve tasavvufun, ehli sünnetin beşiklerinden olan Şam diyarında ulemanın buna ön ayak ve rehber olmadığını düşünmek imkansız. Free Halab isimli blogtan (2012-2014)  ve elbette diğer kaynaklardan buna yönelik çıkan yazıları Türkçeye çevirmeyi bu işin ilk adımı olarak görüyorum. Aleppo's Shayks on the Battle Front (Halep'in Cephedeki Şeyhleri) bu serideki ilk çeviri olacak. Allah, tüm mücahidlerin yardımcısı olsun.


Halep’in Cephedeki Şeyhleri (Aleppo's Shayks on the Battle Front)

Suriye, toplumun ve dini mirasının temel yapı taşını geleneksel İslami ilim ve alimlerin oluşturduğu bir yer. Kasaba ve şehirlerde birçok sufi şeyh, müftü, imam bulunmakta ve insanların gündelik yaşamlarında çok önemli roller oynamaktalar. Talebeleri, takipçileri, aile fertleri, arkadaşları, komşuları vasıtasıyla hepsi Suriye toplumuna çok güçlü biçimde yerleşmişler. Dolayısıyla, onlar da herhangi bir Suriyeli gibi bu rejimin altında büyük acılar çektiler; ülkenin geri kalanıyla beraber Esed’in yürüttüğü toplu imha planıyla baş başa kaldılar. Sonuç itibariyle, birçoğu öldürüldü, daha fazlası hapsedildi ve diğerleri de ülkeyi terketmeye zorlandı. Tüm bunlar; Suriye’deki ilmi dünyanın tepesinde bulunan üst kadroya olduğu kadar şehir, kasaba ve köylerde bulunan [yerel şeyh ve imamların] da başına geldi. Camiiler hep rejimin en sevdiği hedeflerdendi.

Hakikat ve adalet için Cuma hutbelerinde seslerini yükselttiler, görevlerinden istifa ettiler, rejime başkaldıran insanları destekleyen fetvalar verdiler, gösterilere katıldılar, insani yardım faaliyetlerinde bulundular ve genel olarak ülke çapındaki aktivizmi desteklediler. Suriye’den ayrılmaya zorlananlar ise mücadelelerine dışarda; medyaya çıkarak, konferanslar vererek, bağış toplayarak, diasporadaki muhalefeti birleştirerek devam etti. Tabii ki tüm bunlar bir anda ve alimler tek parçaymışçasına gerçekleşmedi. Bazıları, olayların başından beri -etkin ya da pasif olarak- müdahil olmadı. Ancak bu, Suriye ulemasının takip ettiği genel istikameti hiç etkilemedi. Ne yazık ki birçok insanın; Şeyh Krayyim Raci, Şeyh Usame, Şeyh Sariya el-Rifa, Şeyh Muhammed el-Yakubi, Şeyh Mahmud el-Hüseyni, Şeyh Muaz el-Hatib ve diğer birçoklarından haberi dahi yok. Bunlar ve isimlerini bilmediğimiz daha fazlası bu devrimde çok önemli roller oynadı.

Zulme, tutuklamalara, işkenceye ve cinayetlere rağmen insanlar aylarca barışçıl protestolara devam ettiler. Olaylara ordu müdahil olmaya başlayınca ve bunun sonucu olarak bazı asker ve görevlilerin ordudan ayrılması başlayınca silahlı bir direniş doğdu. Halkla beraber, devrimin alimleri de Özgür Suriye Ordusu’nu destekledi ve desteklemeye devam ediyor. Suriye ulemasının devrimde oynadığı role dair farkındalığın olmayışı kadar; dinin, silahlı direnişteki rolü için de yanlış yorumlar yapılıyor, özellikle ekstremistler ve yabancı savaşçıların silahlı direnişle özdeşleştirilmesi bu yanlış yorumların kaynağı. Gerçek İslami çaba Suriye’nin geleneksel ulemasından geldi, barışçıl gösterilerde olduğu gibi devrimin silahlı evresinde de [alimler] rehberlikte bulundu ve yardım ettiler. ÖSO yetkilileriyle ilişkileri hala devam ediyor, fetva ve tavsiyelerle onlara yardım etmeye gayret gösteriyorlar, dağınık grupları birleştirmeye çalışıyorlar. Hatta doğrudan kendi topluluklarının, ÖSO çatısı altında ya da bağımsız olarak, silahlı direnişe katılmalarına öncülük ediyorlar. Ülke çapında bu yolla ortaya çıkmış birçok tabur var. Hatta bunlardan bazıları devrimden önce bile vardı, diğer birçoğu bu varolan tabur ve tugaylara katıldı.

Doğal olarak, Şeyhlerin bir kısmı bizzat muharebelerde cephe hattında bulundu. Önderlik ettiler, savaştılar, rehber oldular. Aşağıdaki görüntüler Suriye direnişinin anlatılmamış gerçekleri. Bu görüntüleri toplamak için özel bir çaba sarfetmedim. Halep’deki cephe hatlarından videolara bakarken karşıma çıktılar. ÖSO üyeleri tarafından ve şehirlerde bu insanlarla görüşen gazetecilerin doğruladığı üzere, neredeyse her tugay ve taburun kendilerine eşlik eden şeyhleri var.


  • Halep’in Seyfüddevle mahallesinde silahlı yerel bir Şeyh, askerlerine önderlik eden Halep el-Sahba Tugayı’nın [sonradan Ahraruş Şam’a katıldı] komutanıyla beraber duruyor. 


      


  • Aynı şeyh, yine Seyfüddevle’de Halep Askeri Konseyi’nin başı olan Albay Abdul Cabbar el-Agediyle görüşüyor.

      

  • Halep’teki Emevi Camii için gerçekleşen muharebenin ardından, Halep’teki bir camiide imam/vaiz olan ve muharebeye de katılan yerel bir Şeyh; Al Jazeera muhabirine eşlik ediyor ve rejimin camii içinde yaptıklarının nasıl Emevi Camii’nin kurtarılması ihtiyacını doğurduğunu anlatıyor.
     [Video Youtube’dan silinmiş]

  • Bu görüntüler Halep’in doğu kırsalından, Cundül Harameyn Tugayı’nın kuruluş ilanından. Yerel bir şeyh kuruluş ilanını okuyan tugay liderinin yanında ve onlara yemin ettiriyor: “Allah yolunda savaşmak için, halkın özgürlüğü için, şehitlerin kanı için, Beşşar Esed rejimini devirmek için. Allahu Ekber.”
     [Video Youtube’dan silinmiş]

  • Görüntülerde, eski şehirdeki Sabaa Bahrat mahallesinde, bir grup savaşçıya muharebe esnasında nasıl davranmaları gerektiğini anlatan silahlı yerel bir şeyh gözüküyor. Zaferin silahtan değil Allah’tan geldiğini, adaletsizliği adalete çevirmeleri gerektiğini, izin verilenleri yapıp nehyedilenlerden uzak durmalarını, birlik olmalarını söylüyor. Peygamber aleyhisselatu vesselam’ın emirlerini ve hayatından örnekleri anlatıp aşırı gitmemeleri gerektiğini, ağaçlara/çocuklara/kadınlara zarar vermemelerini söyleyip Peygamberin kafirlerle savaşmak istemediğini ancak inançsızlığın kendisiyle savaştığını anlatıyor. “Melek orduları yardımımıza gelsin, Allahu Ekber”.