18 Temmuz 2015 Cumartesi

Gazzeyi Geçip Hama'da Boğulmak: Özgür Suriye'nin Yetim Bırakılma Hikayesi





Bismillahirrahmanirrahim

 “Sarıklar kan oldu, Ak sakal kan oldu / Demek bitmedi Kerbala, Hama Kerbalası dehrin.” 1970'den beri Suriyeyi demir yumrukla yöneten Esed rejiminin, 1982'de Hama'da yaptığı ve on binlerce rejim muhalifinin öldürüldüğü katliam için bu dizeleri yazmıştı Cahit Zarifoğlu “Hama Sımsıcak” şiirinde. Ne -geleneksel olarak rejim muhaliflerinin kalesi olan- Hama'nın ne de tüm Suriye'nin makus ve acı mâzisi, 2011'den beri Esed rejiminin halkını katletmesiyle sınırlı. 27 Haziran 1980'de Suriye diktatörü Hafız Esed'in kardeşi Rıfat Esed, paramiliter güçleri kullanarak, (bütün dünyanın ancak “tarihi kalıntılar” vesilesiyle konuşabildiği) Palmira (Arapça adıyla Tedmur) şehrindeki hapishanede, çoğu muhalif yüzlerce insanı koğuşlarında katletmişti ve bugün rejimin katliamları için meşru bir mazeretmiş gibi öne sürülen “kafa kesen radikallar” ya da sözde “ABD desteği” o zaman için söz konusu dahi değildi. Suriye halkı bir diktatörün yönetimi altında yaşamak istemiyordu, arkalarında da yanlarında da kimse yoktu, sonuç olarak sadece toplu katliamlar buldular. Sarıklar kan oldu, ak sakal kan oldu.

2011 ve günümüz arasındaki periyodun iyi anlaşılması gerektiği kadar, 2011 öncesinin de hatırlanması lazım, çünkü hâlâ Suriye'deki mücadelenin çok yalın bir “iyiler – kötüler” savaşı olduğunu idrâk edemeyip ama'lı analizlerin ve tâli yolların rahat kollarına kendini bırakan “Müslüman aydınların” varlığı aşikar. 1982 Hama bizler için ne kadar netse, bugün Deyr ez-Zor'dan İdlibe kadar uzanan coğrafyada yaşanan kıyâm ve mücadele de o kadar nettir, net olmalıdır. Çünkü bildiğimiz bir şey var ki 30 yıl önce hürriyet için baş kaldıran Suriyelilerle, 2011'de Esed karşıtı graffiti yaptıkları gerekçesiyle tutuklanıp işkenceye maruz kalan 15 genç ve korku duvarını yıkıp onlar için sokaklara çıkan Suriye halkı aynıdır. 1980 yılında Tedmur Hapishanesi'ndeki koğuşunda korku içinde infaz sırasını bekleyen bir Müslüman Kardeşler sempatizanıyla, 2011'de Deraa Kuşatmasını protesto için sokağa çıkan ve rejim güçleri tarafından tutuklanıp işkenceyle öldürülen 13 yaşındaki Hamza Ali el-Hatib birdir ve aynı davanın fertleridir. Ne büyük devletlerin Suriye üzerindeki amaçları ne de -rejimden çok muhaliflerle savaşmış- IŞİD gibi örgütlerin varlığı bu net ve berrak tabloyu bozmaya muktedirdir. 2011'de Suriye halkı, meydanları marşlarla, sloganlarla doldurarak rejime karşı seslerini yükselttiklerinde, Esed rejimi bildiği tek şeyi yaptı ve sivillerin üzerine ateş açtı, tutukladıklarını işkencelerle katletti. Yalnız bir zaman geldi ki insanlar ölmekten bıktı, bazı rejim askerleri ise öldürmeyi vicdanlarına kabul ettiremedi ve Özgür Suriye Ordusu böyle kuruldu. 2011'den günümüze -her ne kadar onlarca yeni örgüt kurulup çok alengirli analizler yapılsa da- savaşın tarafları ve hatları hep açıktı: Özgür Suriye isteyenler ve rejimin devamını arzulayanlar. Dolayısıyla ortada karmaşık bir durumdan ziyade rahatını bozmak istemeyen bir Müslüman entelijansiya sorunu var.

“Biz aslında hep mazlumlarla beraberiz, Suriye rejimine de hep karşıydık ama...” deyip neden Suriye mevzusunda dümeni emniyetli sulara kırdıklarını anlatma telaşındaki “aydınlarımız”ın iddialarını ve bu iddiaların neden yanlış olduğunu göstermeye ihtiyaç var. Belki de en moda olanıyla başlamalıyız: “Allahuekber diyerek birbirini öldüren Müslümanlar.” Bunun meali: din ve hürriyet için kıyâm eden insanlarla, “La ilaha illa Beşar Esed” diyen ve tutsak muhaliflere de bunu söyleten rejim askerlerinin aslında “kardeş” olduğuna inanıyoruzdur. İşte dillerden düşmeyen “vahdet” ruhu budur. Kaldı ki olay Esed rejiminin imanının ne olduğunun ötesinde, yaptıklarıdır. Suriyelilerin evlatları sokaklarda öldürülüp istihbarat merkezlerinde işkence edilirken ve tecavüz, rejimin en büyük silahı olmuşken hakikaten konuşmamız gereken husus sizlerin Nuh nebiden kalma altı boş vahdet hûlyalarınız mıdır? Öte yandan, muhalifler henüz 2011-12 yıllarında “İran ve Hizbullah, rejimle beraber bize saldırıyor” derken birçokları bu iddiayı reddeti, bugün ise bu herkesin bildiği bir hakikat ama İranı barışın bir aktörü olarak sunma çabası inatla sürüyor. “İranlı, Esedli” vahdet planlarınızı bize değil Suriye halkına anlatmayı deneyin, ülkemizde yaşayan 2 milyon Suriyeliden birinin kapısını çalın mesela; babası Hizbullah tarafından öldürülmüş bir yetime, çocuğu kimyasalla/varil bombasıyla katledilmiş bir babaya aslında tüm savaşın ne kadar da yanlış olduğunu, sonuçta hepimizin Allahu ekber dediğini ve vahdetin lüzumunu anlatın. Eminim çok güzel cevaplar alacaksınız... Bu kategorideki bir diğer itiraz ise muhaliflerin kendi aralarında yaşadığı ayrılık. El-yevm bu sorunlar büyük oranda çözülmüş ve muhalifler yekvücud olarak savaşıyor olmasına rağmen geçmişte bu tarz çatışmaların olduğu gerçek. Tıpkı Filistin'de olduğu gibi. En son El Fetih – Hamas ayrışması olarak kendini gösteren ve 20.yy'da sürekli varolan Arapların iç çatışmaları/ayrılıkları binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Ancak kritik soru şu: Bu, bizleri İsraile karşı durmaktan alıkoymuş mudur? İsraile karşı yekvücud bir direnişin olmaması kimin haklı kimin haksız olduğu hususunda “aydınlarımızın” kafasını karıştırmış mıdır? Cevabı malum olduğu üzere, hayır. Suriye'de de hiçbir neden yoktur ki bizleri zulme kıyâm eden insanları desteklemekten alıkoysun yahut “ortalığı çok karıştırdılar” bahanesine sevkederek topa girmemize engel olsun.

Kimileri, Suriye'de olan biteni nitelemek için kasten “vekâleten savaş” (proxy war) ifadesini her cümleye sıkıştırmakta ve yaşananları, Suriye halkının iradesiyle başlamış ve devam eden bir hürriyet mücadelesi olarak değil de büyük devletlerin, piyonlar vasıtasıyla yürüttüğü bir çıkar çatışması olarak resmetmekte. Bu ne tarihi gerçeklerle ne de 2011'de başlayan son kıyam ile bağdaşmakta. Yukarıda yeterince bahsedildiği üzere her şey 2011'in bir Mart sabahı başlamadı, '80'de, '82'de rejime başkaldıranlar kimin taşeronuydu? Suriye sanki bir barış havzasıydı da Batı dünyası, muhalifleri yaratıp silahlandırarak bunu bozdu şeklinde satılmaya çalışan hikayeye aklı başında kimse inanmaz. Suriye'de bir başkaldırı için tüm şartlar mevcuttu: 40 yıldır zulümle iktidarı elinde tutan bir aile, Sünni çoğunluğu baskı alan Nusayri azınlık rejimi, ve zulümden bıkmış, Arap Baharıyla da bir şeylerin gerçekten değişebileceğine inanmış Suriye halkı. Özellikle silahlı mücadele başladıktan sonra Suriye meselesinin uluslarası bir konu olduğu ve ülkelerin taraflarını seçtikleri bir gerçek. Ama bunu, İran ve Rusya'dan silah, asker, para alarak halkını katleden Esed rejimi üzerinden değil de “uluslarası toplum, bu zalim rejime karşı özgürlük isteyen Suriyelilere yardım etsin” diyen muhalifler üzerinden okumak ciddi bir kötü niyetin göstergesi. Kaldı ki “moderate” muhaliflere yardım etmeye söz vermiş ABD ve Batı, bu vaadini ne kadar gerçekleştirdi? 4 yıl boyunca ne uçuşa yasak bölge ne de tampon bölge projelerini kabul eden ABD, 200 binin üzerinde insanın katledilmesini izledi. Yardım ve müdahale vaadleri hep sözde kaldı, Suriye halkını temsil etmekten uzak bazı küçük gruplar harici diğer gruplar hiçbir silah yardımı alamadı. Kimyasal silah kullanımının Suriyeye müdahale için kırmızı çizgi olduğunu söyleyen Obama, Guta'da rejim tarafından yapılan kimyasal saldırı sonrası “Suriye'nin elindeki kimyasal silahların imhasına yönelik plan” haricinde hiçbir şey sunamadı, can cekişen çocukların görüntüleri kaldı Guta'dan geriye sadece. IŞİD'e karşı askeri koalisyon kurup devamlı hava saldırısı yapabilen hatta IŞİD'le sınırlı kalmayıp Ahrar, Nusra gibi örgütleri de rahatça hedef alabilen ve bölgenin “hassas dengelerini” gözetmeyip bir fil edasıyla züccaciye dükkanında dolaşan ABD, ne hikmetse mesele Esed rejimine karşı önlemler almak olunca bir anda soğukkanlılığa bürünmekte ve kırmızı çizgilerini bile silebilmekte.

Zaten ABD'nin cemaziyelevveli ortadayken Suriye halkının ve silahlı grupların çok büyük hayal kırıklığına uğradığını söyleyemeyiz; peki 21 Ağustos'da bir sabah namazı vakti Guta'da rejim güçleri tarafından yapılan kimyasal saldırı sonrası aklına ilk olarak “Suriye'ye dış müdahaleye hayır” demek gelenler? Müslümanlar ve gerçek vicdan sahipleri bunu unutabilecek midir? Rejimin tezlerinin arkasına sığınanlar, “kim tarafından kullanıldığı belli olmayan kimyasal silahlar” deyip hiçbir anlamı ve gerçekliği olmayan tâli yollar önerenler bu iğrenç rejimin yalanlarına inanacak kadar saf mıdır yahut bizleri mi çok saf görmüşlerdir? İsrail'in her Gazze saldırısı sonrası yaşanan enformasyon savaşında Filistin ve İsrail tarafı birbirine taban tabana zıt açıklamalar yaparken -doğal olarak- yalanlar üzerine kurulu İsrail Devleti'nin anlatısına inanmayanlar, o iddiaları söz konusu dahi etmeyenler katil Esed rejimini çok mu güvenilir ve masum bulmaktadır ki Suriye halkının yaşadıklarına ve anlattıklarına karşın rejimin klasikleşmiş yalanlarını hakikatten bir cüzmüş gibi önümüze sunmakta ve suyu bulandırmaya çalışmaktadırlar? İranın ve Rusyanın, Esed rejimine yönelik desteğini ve müdahalelerini konuşmayıp ancak “olası” bir “Batı müdahalesi” için insiyatif almak, yüce bir vicdanın mı yoksa “vijdan kuaförlüğünün” mü alametidir? Peki bu insiyatif alıp, seslerini yükseltenler niçin ABD öncülüğündeki koalisyonun Suriye'de halihazırda yürüttüğü hava saldırılarına karşı sesini çıkarmamaktadır, yoksa yalnızca ABD uçaklarının Esedi vurmasından mı korkuyordunuz? Ne olursa olsun ortada çok açık bir iki yüzlülük ve Suriye'deki haklı kıyâmı yetim bırakma durumu vardır. Hatta öyle şeyler olmuştur ki eski milli görüşçü yeninin hızlı CHP'lisi bazı “vicdan dağıtıcıları”, Suriye'deki katliamlar için tek kelam edemezken şebbihalar tarafından gerçekleştirilen Banyas Katliamı'nın fotoğraflarını “cihatçıların vahşeti” diye pazarlayabilmiştir. Velhasıl Suriye halkının uğradığı ihanetin boyutlarını anlatmak gerçekten güçtür. İranla ve Esedle vahdet hülyaları kuranlar, Suriye halkını kaybettiğinin farkında değil.


Özetle şunu söylemek gerek ki mevzu Filistin, Mısır, Bosna olunca en önde koşup en öfke dolu yazıları yazanlar, acaba niye Şam ehlinin acıları karşısında “Ortadoğu bataklığına bulaşılmaz” seviyesine gelmiştir? Sanırım İsraile küfredip Gazze romantizmi yapmanın konforu Deraa'yı, Hama'yı, Humus'u, Halep'i, İdlib'i hatırlamakta ve oranın insanlarıyla beraber dertlenmekte yoktu ki Suriye yetim kaldı. Bosnaya silah da dahil her türlü yardım yapılsın demenin konforu Suriye için geçerli değildi sanırım ki tek bir kalemde ümmeti kurtaranlar sesini çıkaramadı, çıkaranlar “şimdi o silahlar nereye gidiyor” acaba dedi. Kimileri çıktı 2011'den beri yavaş yavaş Suriyeyi işgal eden ve Suriyenin evlatlarını katleden İrandan medet umdu. Dediğim gibi Suriyelilerin uğradığı ihanetin boyutunu kestiremiyorum. Elbette öyleleri de çıktı ki Türkiyeden, Suriye konusunda söylenmesi, yapılması gerekenleri yaptı, yapıyor ve yapacak. Hepimiz biliyoruz onlar kim, ve hepimiz biliyoruz “diğerleri” kim. Yazıya dizeleriyle başladığım Cahit Zarifoğlu'nun, 1982 Hama Katliamı için yazılmış kısacık bir diğer şiirini daha hatırlamakta fayda var “O sabah ezan sesi gelmedi camimizden / Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına.” Bu insani korkuyu ve tedirginliği hissetmelerini beklemiştik onlardan, fazla şey beklemişiz demek ki.