3 Aralık 2017 Pazar

Yeni Selefilik ve Tasavvuf Düşmanlığı



Bismillahirrahmanirrahim
Selam hidayete uyanlara olsun…



Bir tarafta Müslümanların ehl-i küfür tarafından zulme uğradığı, diğer taraftan içeriden ehli bid'at eliyle karıştırıldığı, her anlamıyla fetret ve cehalet devri 21.yüzyıl… Zihinlerin iğdiş edildiği, nesillerin dini hassasiyetlerinin yok edilmeye çalışıldığı, kimin neye inanacağının, kimi takip edeceğinin karmakarışık hale getirilmeye çalışıldığı zamanlar… Hilafetin ilgasından sonra sahipsiz kalan Müslüman coğrafyasının daha da karışması, birlik olamaması için geçmişte izine pek rastlayamayacağımız birçok fırka ve fikir akımı son yüzyılda faaliyet göstermeye başladı. Modernistler, Ehl-i Kur'an ( Kuraniyyun, mealciler) ve İslam’ın altın nesili olan olan ilk 3 asıra dönme niyetinde bulunan Selefiler. İşte cehalet devri dediğimiz bu asırda ilmin zayıflaması, doğru ile yanlışın birbirine karışması saf müslümanların bu fırka ve fikir akımlarından etkilenmesine, aldanmasına sebep oluyor. Bu fikir akımlarının tamamını bir yazıda anlatamayacağımız ehlince malumdur. Haklarında yakın tarihte yazılmış ciltlerce eser mevcut. Bu bağlamda biz yazımızda özellikle yeni selefilik hareketi ve onun panzehiri olan tasavvufa karşı açılan savaşı inceleyeceğiz.

Günümüzde yeni selefilik ile ehl-i sünnet arasındaki mücadele aslında bir eski-yeni mücadelesidir. Bugün görünürlüğü iyice artan bu akımı anlayabilmek için İslam tarihini iyi bilmek gerekir. Yeni selefilik, dini metinleri lâfzî okumaya tutan, o lafızların da manalarını yanlış anlayan kimi ehli hadis âlimlerden beslenen bir ekol. Ortaya çıkışı ve ne gibi süreçler geçirdiğini incelemek için biraz eskiye gitmek gerekir: Yeni selefilik, ilk bakışta kendini selefe isnad eden yani, “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir.” hadis-i şerifinde en hayırlı nesiller oldukları haber verilen ilk üç kuşağın (Sahabe, Tabiin, Tebe-i Tabiîn) yaşantısını örnek aldığını söyleyen bir akım olarak gözükmektedir. Çıkış noktası ilk bakışta gayet samimi, temiz gözüken bu akımın Müslüman coğrafyalar üzerinde Şia kadar yıkıcı bir etki yarattığı ise aşikârdır. Günümüzde kendi içinde onlarca fraksiyona ayrılmış olan bu yeni nesil akımın etkilendiği tarihi süreci incelediğimizde karşımıza iki üç ayrı dönem ve şahsiyet çıkmaktadır.

İlk olarak, aynı bugünkü selefilerin iddia ettiği gibi tek amacı en hayırlı ilk üç asıra, yani selefe, dönmek olan İbni Teymiyye ve talebesi İbni Kayyım'ın, yaşadıkları dönemde çok tepki çeken ve İslam tarihinde çoğu ilk kez ortaya atılan fikirlerinin bu akımın temel dayanağı olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Öncelikle belirtmek gerekir ki İbni Teymiyye ve takipçilerinin en belirgin özelliği; kendilerine göre doğru gördükleri her meseleyi Selefe atfederek saf Müslümanların kafasını karıştırmak. Kitaplarının başında iddia ettiği şeye ortasında itiraz ettiği, sonunda ise bambaşka şeyler söylediğine çok sık rastlanır. Bu noktada detaya girip okuyucunun dikkatini dağıtmak istememek ile beraber; tevhidin üçe bölünmesi, Kur’an’da, Sünnette, hatta Arap dili ve belagatinde mecazın olmadığı gibi uçuk iddialar, selefin hiç te'vil yapmadığı gibi hezeyanlar bu şahıstan türemiştir. Zaten kendi çağdaşları tarafından oldukça sert eleştiriler almış, fikirlerine karşı ehli sünnet ulema tarafından sayısız reddiyeler yapılmıştır. Hayatının büyük kısmı da bu fikirlerinden dolayı sürgünde geçmiştir. Ölümünden sonra bir süre talebelerinin devam ettirmeye çalıştığı fikirleri gerek ehli sünnet âlimlerin gerekse de İslam halifelerinin yerinde tepkileriyle uzun yıllar boyunca Müslümanlar üzerinde etki oluşturmamıştır. Fakat 18. yüzyıl sonlarında Osmanlı'nın kendi içinde yaşamaya başladığı karışıklıklar, günümüze kadar ortadan kaldırılamayan büyük bir fitnenin ortaya çıkmasını engelleyememiştir: Muhammed ibn Abdülvehhab ve Vehhabilik akımı.

İbn Teymiyye'nin ortaya attığı fikirlerden farklı olarak devreye siyasetin de girdiği bu ikinci süreç kendinden farklı düşünen insanları tamamen ötekileştirerek genel kabul görmüş kelam okullarını, tasavvufu, mantık ilmini, taklidi şiddetle tenkid etmiş ve ehli sünnet dışına atmıştır. Gerek Suud Devleti'nin kurulmasındaki etkin rolü, gerekse de -selefilere göre yok olması için çok mücadeleler verdiği- bid'at ve hurafelerin yerine ortaya koyduğu kendi tevhid akidesi ile Muhammed ibn Abdulvehhab önemli bir figürdür. Sözde dini saf haline dönüştürmeye çalışan Vehhabilik, bid’at diye nitelendirdiği her türlü yeniliğe ama özellikle de tasavvufa karşıydı. Hatta kendilerince bid’atçi, hatta mürted olarak gördükleri Osmanlı yönetimine karşı da cihat edilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bulunduğu coğrafyada 1979 Kâbe baskınına yol açacak kadar derin bir etki bırakan bu akım yeni selefiliğin dayandığı en temel noktalardandır. Bugün tekfiri dilinden düşürmeyen, iman ile küfrün ayrımını bile yapacak ilmi birikime sahip olmayan gençlerin ortaya çıkmasındaki en büyük sebep bu akım ve takipçilerinin, Suud hükümetinin de inanılmaz maddi desteğiyle, dünyanın her tarafında sürdürdüğü yayılmacı faaliyetlerdir. Mevcut İslami anlayışların seleften koptuğunu, tasavvufun ilk çıkış noktasından ayrılarak tamamen bid'at ve şirk yuvasına döndüğünü, yüzyıllarca ehli sünnetin gövdesini oluşturan Eş'arilik ve Maturidilik akımlarının ehli sünnet dışı batıl fırkalar olduğunu iddia ederek cahil avamın kafasını karıştırmak ve yanlarını çekmek için her türlü aksiyonlarda bulunmuş ve bulunmaya devam etmektedirler. Bu bağlamda yüzyıllardır ehli sünnet eliyle yürütülen cihad hareketlerini de görmezden gelerek bu farzı sadece kendilerine has gösterip hareketlerinin en baş noktasına almışlardır.

Üçüncü olarak daha reformist görünmekle beraber yaşadıkları dönemlerde etkiler bırakan fakat günümüzde selefilerin bile çok fazla dikkate almadığı ve ciddi eleştiriler getirdiği Efgani - Abduh - Reşit Rıza ekolünü görmekteyiz. İbn Teymiyye’den etkilenmiş olmakla beraber, usul olarak çok farklı bir yol izlemişlerdir. Bu çizgi itikadi sahada kelam âlimlerinin kullanmış oldukları metodlara karşı çıkmamakla beraber, tek bir mezhebe mensubiyeti reddetmişler, mezhepleri Müslümanları ayrıştıran bir şey olarak görüp birleştirme eğilimindedirler. Ama bizim yazımızı ilgilendiren kısmı, bu ekolün takipçilerinin iş tasavvufu eleştirmek olduğunda tamamen devreye girmiş olmasıdır. Mucizeyi reddeden bir zihniyetin kerameti kabul etmesi beklenemez tabii ki. Marifetullah, nefs terbiyesi, mürid mürşid ilişkisi, seyri sülük gibi kavramlar bu ekol için Müslümanların son yıllarda geri kalmasının sanki tek sebebidir! Belki bu ekolü ve takipçilerini de başka bir yazıda anlatırız.

Son olarak belki biraz da özellikle selefi cihad hareketlerine fikir babalığı yapan Mevdudi - Seyyid Kutup çizgisine değinmemiz gerekir. Bugün yeni selefiliğin bayraktarlığını yapan, bu akıma en çok adam kazandıran El-Kaide ve küresel cihad stratejisinin belki de en temel çıkış noktasını oluşturur bu fikriyat. Temel olarak İbni Teymiyye çizgisinde olmakla beraber özellikle Afgan cihadı sırasında tüm Müslüman coğrafyada ses getirmiş bir harekettir. Yerimizin kısıtlı olması sebebiyle belki cildler dolusu kitaplarla ancak anlatılabilecek bu süreci burada noktalayıp yeni selefiliğin yayılma sürecinde izlediği yolları ve özellikle yapılan tasavvuf düşmanlığını ikinci bölümde ele alacağız.

Tasavvuf nedir ? Nasıl Bir Önem Arz Eder ?

Tasavvufun ehli tarafından yapılmış belki binlerce tarifi vardır. Tasavvuf, meyve ağaçlarıyla lebaleb dolu bereketli bir vadi, nefisleri tezkiye eden, ruhları yücelere taşıyan Rahman’ın rızasına erdiren büyük bir yoldur. Kişiyi yakin mertebelerine ulaşmayı temin ettiği için dinin bir rüknü ve tamamlayıcı parçasıdır.  İbnü Zerruk rahimehullah şöyle der: “Tasavvuf; kalpleri ıslah etmek ve o kalpleri Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün her şeyden temizleyip, sadece Allah Teâlâ’ya yönlendirmek için var olan bir ilimdir. Tıpkı fıkıh ilminin doğru bir şekilde amel etmek ve toplumun nizamını korumak için hüküm ve hikmetleri ortaya çıkarmak, kelam ilminin akideyi, burhani deliller ile temellendirmek; tıp ilminin insan sıhhatini muhafaza etmek; nahiv ilminin de lisanı hatadan korumak için olması gibi.”

Tasavvuf, ilim ve amelden sonra dinin üçüncü rüknü olan ihlâsı ifa etmektedir. Bu da dinin ancak tasavvufla kemale erebileceği anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden tasavvuf ilminde terakki etmek herkes için vaciptir. İmam Gazali rahimehullah: “Tasavvuf ilmini öğrenmek farz-ı ayndır, çünkü nebiler dışındaki herkesin kalbi maraz ve ayıplarla mübteladır” demiştir. 

Peki, tasavvuf sadece insanları tekkelerde zikir çekmeye çağıran, ruhban hayatı yaşamalarını isteyen bir şey midir ? Tabi ki hayır. Tasavvuf aynı zamanda bir cihad mektebidir. İmam Rabbanilerin, Yavuz Sultan Selimlerin, Abdulkadir Cezayirilerin, Osman Fodyoların, Ömer Muhtarların, Şeyh Diyaüddinlerin, Şamil Basayevlerin ve isimlerini buraya yazamayacağımız binlerce mücahidin yetiştiği okuldur. Toplumun her alanında söz sahibi olan, yetiştirdiği insanlar ile devletlere yön veren, ehli sünneti bir arada tutan en önemli birleştiricidir tasavvuf. Tasavvuf ve tarikat demişken burada bir ek bilgi vermekte fayda var. 19. yy. sonunda İstanbul'da yaşayan müslüman halkın yüzde 95'inin bir tarikata intisaplı olduğu söylenir. Kalan yüzde 5'e ise insanlar deli gözü ile bakarmış. Varın siz anlayın tasavvufun bu toprakların insanında ne kadar önemli bir yerde olduğunu.


Burası önemli: bütün bid’at fırkaların el birliği yapmışçasına tasavvufa saldırmalarının sebebini anlayabiliriz artık. Toplumu bir tutan yapıyı bozmak tam da onların isteyeceği bir şeydi. Bu kaleyi yıkarlarsa artık amaçlarını tam anlamıyla gerçekleştireceklerdi. Neden bu kadar saldırı altında olduğu, münferid şeriatsızlıkların veya usulsüzlüklerin nasıl tüm tasavvuf ehline mal edilmeye çalışıldığını görüyorsunuzdur sanırım. Yanmaz kefen, şeyhin bindiği araba, yeğeninin oturduğu koltuk ve daha birçoğu. Amaç, Müslüman coğrafyaları bir arada tutan en önemli kalelerden birisini sarsmak, insanların gözünde değersizleştirmek ve karışan zihinlere hemen kendi fikirlerini zerk etmek. Konuyu daha fazla uzatmadan bu kadar önemli bir yapıyı bozmak, avama ulaşmak için yeni selefilik ne tür yollar izledi gelin son bölümde bunu inceleyelim.


Yeni Selefilik


Yeni selefilik akımı ülkemizde ve diğer müslüman coğrafyada son 20-30 yıldır "Sahih hadis benim mezhebimdir, işte Kütüb-ü Sitte elimizde, Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi, İmam Malik'in Muvattası ortada iken bir müslümana körü körüne bir mezhebi taklid etmek haramdır" görüşü ile yayılmaya çalıştı. Tabi bu görüş müslüman coğrafyalardaki ilim ehli tarafından şiddetli şekilde tepki gördü. Onlarca reddiyeler yazıldı. Merhum Ramazan El Buti'nin "Mezhepsizlik Dinsizliğe Götüren En Büyük Bid'attir" eseri bunlardan sadece birisi idi. Avamı, yüzyıllardır takip ettiği dört hak mezhepten ayırmaya çalışan, itikadi olarak ise selefe dönelim diyip sahip oldukları tecsim, teşbih inancını insanlara kabul ettirmeye çalışan bu hareket tabii ki beklediği ilgiyi ilk zamanlarda görmedi.

Ülkemizde Said Yarbuzi ve benzeri kişiler ile yürütülen yayılmacı politika her zaman arkasında Suud'un maddi manevi desteğini görmesine rağmen ilk girişiminde ciddi şekilde çuvallamıştı. Çok sonraları bizzat kendi ağızlarıyla “kendimizi bir mezhebe nispet etmeyerek çok büyük bir hata yaptık” deseler de ilk kurşun boşa gitmişti. Tabi ki bunun en büyük sebebi dini hassasiyeti olan halkın çoğunun bağlı olduğu ehli sünnet tarikatların uyarıları ve kimi ulemanın tepkisel duruşu idi.


İlk girişiminde çuvallayan yeni selefi hareket gözünü, Osmanlı'nın son döneminde bozulan tekkeleri, sapık şeyhlerin yaptığı ehli sünnete aykırı hareketleri, bireysel kişilerin ham sofuluklarını genelleyerek ve insanların gözüne sokarak, fikriyatlarının yayılmasını engelleyen tasavvufa dikti. Ve bu noktada çok enteresan bir yol izlediler. Kendilerinin tekfir ettiği, uzlaşmaları normalde mümkün olmayan bir çok fırka ile iş birliği yapmışçasına ortak hareket etmeye başladılar. Tasavvufa düşmanlık söz konusu olunca hadis inkârcısı, mealci, Harici, Kemalist, hatta ve hatta Şia tandanslı dernek ve gruplarla aynı ağzı paylaşıp tasavvufa ve tarikatlara saldırmaya başladılar. Çünkü çok iyi bildikleri bir şey vardı ki Müslüman coğrafyada, Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika dâhil, kendi düşünce sistemlerinin karşısında yüzlerce sene dimdik duran en önemli yapı tasavvuftu, tarikatlardı. İşte bu tasavvuf düşmanlığı kimi zaman kendi akidelerinden ödün vermelerine sebep olsa da özellikle son 10 yıldır devam etmekte. Ama Allah'ın nasip etmemesi, ehli sünnet camianın dik ve kararlı duruşlarıyla bu ikinci girişimlerinden de çok fazla yayılma şansı bulamadılar. Ellerinde son bir çare kalmıştı: Cihad.

1979 yılı Müslümanlar için çok önemlidir. Cuheyman Uteybi ve Suud İhvanı tandanslı arkadaşlarının yapmış olduğu Kâbe baskını, Humeyni'nin İran'da yaptığı devrim ve Sovyetlere karşı Afgan cihadının başlaması… Genel olarak Müslümanlarda heyecan oluşturan bu olaylarının ortaya çıkardığı düşünce sistemi yeni selefilik için daha fazla insana ulaşmak için kaçırılmaz bir fırsattı. Örneğin bunu tipik Hanefi-Maturidi olan Taliban hareketinin içine girerek bir nevi başardılar. Diyobendi ekolünden gelen, tasavvuf ile yakından alakalı bir toplumda ciddi akide ve menhec değişikliğine sebep oldular. Devamlı farklı Müslüman coğrafyalarda yeni cepheler açmak suretiyle değişik toplumlara ulaştılar. Denize düşen yılana sarılır düsturunca zorda kalmış insanlara fikirlerini empoze etme şansı bulmuşlardı. Bunun en net örneğini ülkemizi de yakından ilgilendiren Suriye Kıyamı ile gördük ve görmeye devam etmekteyiz. Ülkemizde yeni selefilik ile tanışan gençlerin çok büyük kısmı 2011’den sonra bu akımla hemhal olmaya başladı. Bir yandan sosyal medya üzerinden yapılan ciddi propaganda faaliyetleri, diğer yandan belli başlı yayınevleri ile ücretsiz dağıtılan kitaplar ve kurulan onlarca dernek… Belki devlet nezdinde çok büyük bir tehdit olarak algılanmasa da gün geçtikçe bu ülkenin içine sızmaya çalıştıkları çok net bir gerçek. Kitlelere ulaşmada en başarılı oldukları yol cihad. Bu başarıda şüphesiz İslam ümmetinin başsız olmasının yanında çoğu tasavvuf ehlinin kendilerini dünyadaki gerçeklerden soyutlaması da etkendir. 

Sonuç olarak günümüz İslam dünyasının içinde bulunduğu krizler, seküler hayatın getirdiği problemler, ilmin azalması, tarikatların güncel meselelere uzak durması gibi etkenler, altın nesil dediğimiz pak selef döneminin bire bir yaşanmasını isteyen, lafızların manalarını problemli anlayan ve anladığı manayı kesin doğru kabul ederek çözümler üretmeyi amaçlayan yeni selefi (püriten) anlayışın Müslüman coğrafyalarda etkili olmasına yol açmıştır. İbni Teymiyye’nin tahkim ettiği Hanbeli-Selefi çizginin karşısında yüzyıllarca duran tasavvufi geleneğin de bu bağlamda savaşılması gereken en önemli düşman olarak görülmesi çok normal gözükmektedir. İslamın deruni idrakini, marifetullahı hiçe sayan bu anlayış kendine engel olmak isteyen bütün yapıları yıkmak için elinden geleni yapmaya devam edecektir. Bize düşen görev geçmişten her zaman dersler çıkartarak ilim, amel, ihlas sac ayağına sımsıkı sarılmak ve ehli sünnet vel cemaat saflarından ayrılmamaktadır. 

Allah ayaklarımızı sıratı müstakim üzere sabit kılsın. Son nefesimizi kamil iman üzere vermeyi nasip etsin. Selam hidayete tabi olanlara olsun. Son sözümüz salat ve selam, son duamız da elhamdülillahi Rabbi’l alemindir.

                                                                                                                 

29 Kasım 2017 Çarşamba

Bid'at ve Mevlid Bağlamında Günümüz Selefi Söyleminin Çıkmazları

Fahruddin Ahmed Owaisi
Çeviri: @hamakirsali


Bismillahirrahmanirrahim
Not: Bu yazı Fahruddin Ahmed Owaisi'nin A Critique of Contemporary Puritan/Salafi Discourse On the Issue of Mawlid And its Classification as Bid'ah isimli akademik çalışmasındaki bazı bölümlerin çevirisidir. Owaisi öncelikle selefilerin bid’at algılayışındaki boşlukları ve bu kavramın selefilerin düşündüğünden çok daha karmaşık olduğunu örneklerle anlatıyor ve her yeniliğin kötü/din dışı olmadığını gösteriyor. İkinci kısımda ise özel olarak Mevlid hususuna eğilip -geçmişteki Selefi alimler de dahil- ulemanın ekserisinin Mevlidi “güzel bir çığır” olarak değerlendirdiğini ve dahası Şeriattan da bu mübarek geceyi delillendirdiğini örneklerle açıklıyor. Geniş bir araştırmanın sonucu olan ve tartışmalı bir konuyu çok güzel izah eden bu yazıdan, her meşrep ve mezhepten Müslüman, önyargısız biçimde okuduğu takdirde, istifade edebilir.  Dipnotlar ve kaynakça orijinal makalede yer alıyor. Mevlid Kandiliniz mübarek olsun


1. BİD'AT

a. “Her Bid’at Dalalettir” Hadisi

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, çokça bilinen “bid’at hadisinde” mü’minleri şöyle uyarır:

Yeniliklerden sakının, çünkü her yenilik bid’at ve her bid’at dalalettir (sapıklık).

Peygamberden (s) bizlere ulaşan bu ve benzeri rivayetlerdeki bid’at kavramının nasıl algılanması gerektiğiyle ilgili ciddi fikir ayrılıkları var. Bid’atın ayırt edici yanı nedir? Peygamber (s) “her bid’at dalalettir” derken ne kastetmiştir? Hadiste bu denli kınanan ‘yeniliğin’ sınırları nelerdir? Peygamber (s) gerçekten İslam kavrayışımız ve uygulayışımızda zamanla ortaya çıkacak tüm yenilik ve gelişmeleri mi reddetmiştir?

Selefi/Vehhabi alimler bu hadisi en geniş anlamıyla kabul ederler. Onlar için bid’at “Peygamberin (s) devrinde olmayan, dine dair her yeni uygulama”dır. Ancak ilginçtir, en zahirci Selefiler dahi hadisi şerh ederken “dine dair” notunu düşmeyi unutmazlar, en büyük iddiaları “Kur’an ve Sünnette olanı harfiyen uygulamak” olmasına rağmen, hadisin anlamını bu şekilde daraltırlar. Oysa hadis metni “her ‘dini yenilik’ dalalettir” değil, “her ‘yenilik’ dalalettir” demektedir. Olabilecek en kapsamlı  anlamıyla kabul edildiğinde dini ve dünyevi her yeniliğin dalalet olduğu sonucu çıkar, ancak yedinci asırdaki hayat tarzı yok olduğu ve onu diriltmek de imkansız olduğu için hiçbiri bu şekilde yorumlamamıştır.

Dolayısıyla, bu hadiste kastedilen mananın ve onun uygulamasının kaçınılmaz sınırları vardır.  Bid’at tartışmalarında çokça anılan “Bugün, dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.” (Maide/3) ayeti dahi vahyolunan son ayet değildir, ondan sonra birçok ayet nüzul olmuştur.

Büyük muhaddis İbn Hacer el-Askalani bid’at hadisinin şerhinde şöyle der:

“Her yenilik dalalettir sözüyle kastedilen şey: Şeriattan, genel ya da özel bir kaideyle, desteklenmeyen yeniliktir.”

Endülüslü müfessir Kurtubi yine aynı rivayetteki bid’at kavramının “Kur’an, Sünnet ve sahabe pratiğiyle” çelişen yenilikler için olduğunu söylemiştir.

Bir diğer muhaddis İmam Nevevi, “her bid’at” ifadesiyle kastedilenin “çoğu bid’at” olduğunu söyler (ki birazdan örneklerini de vereceğimiz üzere birçok farklı hadis rivayetinde böyle ifadeler görmek mümkündür). Ancak Şeriatla desteklenen ve Müslümanlara fayda sağlayan yeniliklerin hadisin kapsamı dışında olduğunu belirtir. Bu görüşünü desteklemek için de Hz. Ömer’in (ra) cemaatle teravih kılınmasına “ne güzel bir bid’at” demesini örnek verir. Eski ve yeni alimlerin ekserisi de yenilik hususunda İmam Nevevi’ye katılmışlar ve Peygamber’in (s) devrinde olmayan bir şeyin direkt reddi yerine, öncelikle Şer’i standartlara göre değerlendirme yolunu seçmişlerdir.

Şunu vurgulamalıyız ki hadiste (ve diğer ayet, hadislerde) geçen “kull” (her) kelimesi illa “mutlak bir genellik” ifade etmez. Kur’an ve sünnette birçok böyle genelleme içeren ifade vardır ki. Bunlardan bazıları şöyle:

  • Şüphe yok ki siz, ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem odunudur.” (Enbiya/98)
Bu genel ifadeye rağmen, tüm müfessirler birlik etmişlerdir ki; Hristiyanların, Allah’tan başka taptıkları İsa (as), Meryem (as), melekler ve kutsal kişiler cennet ehlidir ve bu genellemenin dışındadır.

  • Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez” (Sahih Müslim 5/91)
Bir Müslüman ne kadar günahkar ya da ahlaksız olursa olsun er ya da geç cennete girecektir, bu yöndeki pek çok sayıdaki ayet ve hadise dayanan ulema bu sonuca varmıştır. Ancak yukarıdaki hadis başka bir şey söylemektedir. Ulema bu hadisin şerhinde demiştir ki kalbinde kibir olanlar cennete erken girmekten mahrum bırakılacak olanlardır, kibir imanına zarar vermediyse er ya da geç cennete girecektir.

  • Mekke’de hiç kimsenin silah taşıması mübah değildir.” (Sahih Müslim 4/111)
Bu genel emre rağmen, İmam Malik, İmam Şafii gibi ilk dönem fakihleri gerektiğinde Mekke’de silah taşınabileceğini söylemişlerdir. Suudi Arabistan’daki günümüz selefi alimleri de bu görüşü benimsemiştir. Bu alimlere göre hadiste kastedilen “ihtiyaç olmadığı zamandır”, Sahabe ve Peygamber (s) Mekke’yi fethettiğinde silah taşımışlardır.

Özetle, onu sınırlandıran alakalı diğer hadisleri gözardı ederek “bid’at hadisinin” zahiri ve genel anlamını kabul eden Selefi bakış açısının hadis usulünde yeri yoktur. Bilinen bir ilkedir; sahih hadisler (görünürde) çeliştiği zaman, bu zıt rivayetlerin arası bulunur ve bunlar tek bir kaynaktan gelen tek bir hadisi oluştururlar.


b. “Güzel Bid’at” Hadisi

Peygamber Efendimiz (s) buyurmaktadır: 

“Kim İslam’da güzel bir çığır (sünnet-i hasene) açarsa (sanna) açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da (Müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”

Gayet açık ki Peygamber (s) iyi ve kötü yenilikler arasında bir ayrım yapıyor, ve Müslümanları iyiye teşvik edip kötü yeniliklerden alıkoyuyor. Bid’atı; iyi ve kötü, uygulanabilir ve uygulanamaz şeklinde ayıran fakihler de fikirlerine temel olarak bu hadisi kullanmakta. Sünnet-i hasene hadisi, “her bid’at dalalettir” rivayetini tahsis etmektedir.

Selefi görüşü temelinden çürüttüğü için, Selefi alimler bu hadisi genelde görmezden gelmekte ya da çeşitli zorlama açıklamar sunmaktadır. Örneğin Selefi alim Al-Uthaymin “iyi bir çığır açmak”tan kastın, “yenilik çıkarmak” değil “bir sünneti ihya etmek” olduğunu iddia etmiştir. Ancak hadis üstünkörü incelendiğinde dahi bu açıklamanın safsatadan ibaret olduğu gözükür:

Birincisi, Peygamber (s) “benim sünnetim” ifadesini kullanmamaktadır. İkincisi, cümledeki sanna fiili çığır açmak, yenilik yapmak, ihdas etmek gibi anlamlara gelirken ihya etmek anlamı yoktur. En önemlisi ise şayet hadiste geçen “güzel bir çığır”dan kasıt Peygamber’in (s) eylemleriyse, “kötü bir çığır”dan kasıt da Peygamber’in (s) eylemleri olmalıdır! Yani hadisin Selefice tercümesi “Kim benim iyi bir amelimi ihya ederse ödüllendirilecek, kim de kötü bir amelime ihya ederse cezalandırılacaktır.”!

Birçok sahih rivayet de göstermektedir ki sahabiler, Peygamberden (s) sonra Peygamber’in (s) yapmadığı ya da özel olarak yapılmasını emretmediği birçok uygulamayı; “güzel bir çığır” ilkesiyle yapmışlardır.

c. “Peygamber Bunu Yaptı Mı?” Argümanı

Selefi söylem temel olarak “Peygamber (s) bunu yapmadı”, “Peygamber (s) mevlid kutlamadı” gibi delillere dayanır. Peygamberin (s) bir şeyi yapmamasından “yasak” anlamı çıkarırlar. Oysa İslam fıkhında bu asla mutlak bir yasak anlamına gelmez ve delil kabul edilmez. Peygamberin ve sahabenin, üzerine özel bir yasak koymadığı ama aynı zamanda yapmadığı şeylere “terk” denir. Mesela Peygamber (s) Kur’anı başka bir dile çevirmemiş ya da file binmemiştir, ama bunlar yasağın kanıtı olamaz. Hatta ulema, bir konuda yasak getirmemesinin o işi mübah saymak için yeterli olacağını söylemiştir.

Selefi hareketin fikir babası İbni Teymiyye dahi Peygamber’in (s) bir şeyi terketmesini iki kategoride inceler: birincisi, ihtiyaç olduğu halde Peygamberin (s) bir şey yapmaması ki bu yasak anlamına gelir. İkincisi ise Peygamber’in (s) devrinde ihtiyaç olmadığı için bir şeyin yapılmaması, bu her hangi bir yasağa delil teşkil etmez. Bu açıklamayla İbni Teymiyye Kur’anın mushaf haline getirilmesi ve başka dile çevrilmesi, cemaatle teravih kılınması, hadislerin toplanması gibi Peygamber (s) sonrası döneme denk gelen “yenilikleri” delillendirir. 

Daha da ilginç olarak İbni Teymiyye şöyle der:

Biz Sünnet ve bid’atı ayırıyoruz. Ve sünneti; Şeriattan delillendirilebilecek her eylem olarak görüyoruz ki Peygamberin bunu kendi yapmış olması, veya onun devrinde gerçekleşmiş olması, veya kendi tarafından ve onun devrinde yapılmamış olması farketmez.

Örneğin Mevlid konusunda Selefiler “Eğer bunda bir fayda olsaydı Peygamber (s) bunu yapardı” diyorlar. Oysa sahabe döneminde buna ihtiyaç yoktu, Peygamber (s) varlığıyla zaten her gün onların yanındaydı. Ancak sonraki nesillerde bu tarz anma ihtiyaçları ortaya çıktı. Son devir fakihlerinden Mısırlı Mutevelli al-Darsh mevlid hakkında fetvasında şöyle der:

“Hicri yedinci asırda, artık insanlar dünyevi şeylere çok daha fazla gömülür oldu, Şeriatı yaşamak seyrekleşti. Bunun için ulema, beşeriyet tarihindeki bu müthiş olayı insanlara hatırlatmak için bunu fırsat olarak gördü. Bu anmalarla, Müslümanlar Peygamberlerine (s) dair hafızalarını tazeliyor.”

Ne Peygamber (s) ne sahabe (r.anhum) dünyevi işlere kendilerini fazla kaptırmıştı, ne de Peygamberi  (s) hatırlamaya ihtiyaçları vardı çünkü Peygamber (s) zaten onlarlaydı. Günümüz Selefi alimlerinden Cemaladdin Zaraboza bu mantığı , örnekte göreceğiniz gibi, başka konularda işletmektedir:

“Bazı kısıtlayıcı sebeplerden dolayı Peygamberin kendi zamanında yapmadığı şeyler var. Örneğin Kur’anı bir araya getirmedi. Çünkü yeni ayetler nüzul oluyordu ve bu ancak ölümünden sonra mümkün oldu. Kısıtlayıcı sebep ortadan kalktığında, bunları yapmanın zararı yoktur.”

2. MEVLİD

İlk resmi mevlid kutlamaları Fatımi Mısır’ında hicri 362’de başladı. Ancak Fatımileri yıkıp Mısır’ı egemenliği altına alan Sünni Eyyubiler Şii dönemden kalan birçok kutlamayı kaldırırken, Mevlid merasimlerini bitirmedi, aksine himaye etti. Sünni ulema muhtemeldir ki Mevlid’i -Fatımi kökenine rağmen- güzel bir bid’at olarak gördü. Fatımi devrinde İskenderiye’nin önde gelen Maliki fakihlerinden olan Muhammed bin el-Velid Tartuşi bu dönemde ortaya çıkan bid’atlara dair müstakil bir kitap hazırladı ancak epey kabarık olan listeye Mevlid kutlamasını eklemedi. Birçok Sünni alim gibi, onun da Mevlid’i kınanacak bir bid’at olarak görmediği anlamına gelmektedir.

İslam dünyasında Mevlid kutlamaları çoğaldıkça, bu işin meşruluğuna dair sorgulamalar da arttı. Bu kutlamalar, teknik anlamıyla “yenilik”ti. Ancak halk ve ulema, peygamber aşkının en üst seviyelere çıktığı bu kutlamaları destekledi. Mevlid, “bid’ah hasene” yani güzel bid’atın en iyi örneklerindendir. Ünlü muhaddis Ebu Samah (h. 665) mevlid kutlamalarını “zamanımızda ortaya çıkan en güzel yenilik” olarak nitelemiştir. Ebu Samah aynı zamanda Sünniler arasında Mevlid kutlamalarını yaygınlaştıran, Selahaddin Eyyubi’nin eniştesi ve Erbil emiri Muzaffereddin Gökböri’den bahsetmektedir. İbni Teymiyye’nin talebelerinden Zehebi, Gökböri için şunları yazmıştır “İyi ve mütevazı bir adamdı, sünnetin takipçisiydi, fıkıh ve hadis alimlerini severdi.” Yine Selefi temayülleri olan İbni Kesir Gökböri’yi yüceltmiş ve örnek bir davranış olarak “Mevlid için 300 bin dinar harcamasından” bahsetmiştir.

Mevlid kutlamaya cevaz veren büyük alimlerden bazıları şunlardır; İbnü’l Cevzi, İbn Dahyah, İbni Kesir, Takuyiddin Subki, İbni Abbas el Rundi, Zeyneddin el Iraki, İbnü’l Cezeri, İbn Hacer el-Haytemi, Osmanlı şeyhülislamları, Şeyh Veliyullah Dehlevi ve daha birçoğu.

Ancak bu kadar alim içinden en öne çıkan İmam Suyuti’dir, bu konuda “Mevlid Amelindeki Güzel Maksat” ismiyle detaylı bir fetva yazmıştır. Sonuç olarak bunun bir “yenilik” olduğunu ancak, temelini sünnetten alan övülmeye değer bir yenilik olduğunu söylemiştir:

Mevlid — yani insanların bir araya gelip Kur’an okuması, Peygamberin (s) doğumuna ve çocukluğuna dair rivayetleri dinlemesi, ikram edilen yemekleri yemesi ve ayrılması, tamamen takdire şayan bir yeniliktir, ve kutlayan kişiye mükafat olarak döner.

İmam Suyuti, muhaddis İbn Hacer el-Askalani’nin benzer fetvasından da alıntı yapar:
Şeyhülislam ve muhaddis Ahmed bin Hacer el-Askalani’ye mevlidle ilgili soru sorulmuş ve o şu cevabı vermiştir: 
Amelin ortaya çıkış zamanı itibariyle bakarsak bu selefte örneğini görmediğimiz bir bid’attır/yeniliktir; ancak hem övgüye değer hem de eleştirilesi yanları vardır. Yalnızca bu övgüye değer, iyi yanları alınıp olumsuz tarafları bırakılırsa güzel bir bid’attir. 
Ayrıca bana göre, bunun Buhari ve Müslim’de geçen sahih bir kaynaktan delili de vardır: Peygamber (s) Medine’ye geldiği zaman, Muharrem’in 10. gününde oruç tuttuklarını gördü. Bunun sebebini sorduğundan o günün Allah’ın Musa (as)’ı kurtarıp, Firavun’u boğduğu gün olduğunu ve buna şükretmek için tuttuklarını söylediler. Peygamber bunun üzerine “Biz Musa’ya sizden daha yakınız” dedi. (Kendi ve ashabı da oruç tuttu) 
Buradan çıkarılacak sonuç şudur ki Allah’ın bize verdiği nimetlere yahut üzerimizden kaldırdığı zorluğa karşı şükrümüzü her yıl tekrarlanan belli günlerde gösterebiliriz. Allah’a şükran değişik biçimlerde gösterilebilir; oruç, sadaka, Kur’an okuma gibi.” [Ayrıca unutulmamalıdır ki kendisine niçin Pazartesi oruç tutulduğu sorulduğunda Efendimiz “Ben o gün doğdum, o gün ilahî vahye mazhar oldum” cevabını vermiştir. ç.n.]

İmam Suyuti ayrıca Sahih Buhari’de geçen şu rivayeti aktarır: 
‘Abbas bin Abdülmuttalib, ölmüş olan Ebu Leheb’i rüyasında görmüştür. Halin nasıldır diye sorulduğunda Ebu Leheb: ‘Cehennemdeyim ama her pazartesi azabım azaltılıyor ve parmaklarımdan çıkan suyu içebiliyorum, çünkü Peygamberin (s) doğum haberini getirdiğinde  kölem Süveybe’yi azat etmiştim. 
Ebu Leheb gibi, Kur’an’da lanet edilen bir kafir dahi, Peygamberin (s) doğduğu gece sevindiği için cehennemde ödüllendirilirken, yalnız Allah’a ibadet eden ve Peygamber’in (s) doğumu için mutluluğunu ifade edip  bunu göstermeye çalışan bir Müslümanın durumu ne olur!? Hayatım üzerine yemin ederek söyleyebilirim ki bunun mükafatı; kerim olan Allah'ın o kişiyi, sonsuz rahmetiyle, cennetine koymasıdır.

İbni Teymiyye Mevlid’i “sonradan çıkarılan kutlamalar” listesine aldıysa da İktida eserinde Mevlid için şöyle demektedir:
“Hristiyanların İsa (as)’ın doğumunu kutlamasını taklit etmek için, veya peygamber aşkından ve ona duyduğu hürmetten dolayı bu yeniliği çıkardılar. Bid’atlar için değil ancak bu sevgileri hürmetine Allah onları mükafatlandırabilir. Bir kişi Peygamberin (s) doğum gününü övebilir ve o günü bayram gibi geçirebilir, ve muhtemeldir ki bunun için muhteşem bir mükafat alır.”

Salat-ü selam, Efendimizin, ailesinin ve ashabının üzerine olsun,

28 Eylül 2017 Perşembe

Müslümanın Düşünme Problemi: Ameller Niyetlere Göredir ya da Ağaçları Neden Sevmeliyiz?

@hamakırsalı

1922'de TBMM kürsüsünün arkasında "Onlar işlerini istişare ile yapar"
 ayeti. (Şura 38) Ayetin "parlamenter demokrasi"ye işaret olarak 
yorumlanma örneği.


Bismillahirrahmanirrahim

1

İşkenceye niçin karşı olmalıyız, gayrimüslimlerin ibadet hakkını niçin tanımalıyız, hayvanları niçin korumalıyız, ilim ve fenle niçin iştigal etmeliyiz, kadınlara niçin zulmetmemeliyiz ve daha çoğaltabileceğimiz birçok soru. Basit gibi gözüken ama bir o kadar çetrefilli ve aynı zamanda fevkalede ehemmiyeti haiz sorular. Vereceğimiz gerçek ve dürüst cevaplar; varlığımızı, kimliğimizi, düşün dünyamızı oluşturma sürecinde yapı taşları olacak, şimdiye kadar olduğu gibi. Çünkü yanıtlarımız eylemlerimizin ardındaki hakiki motivasyonları, gerçek niyetlerimizi ortaya koyacak ki bunlar da aslında varlığımıza dair en temel meseleye açıklık getirecek: Müslüman gibi düşünebiliyor muyuz? Bu sorunun da üzerinde durduğu temel şu ki: Müslüman gibi inanabiliyor muyuz?

Modernizmin/Aydınlanmanın somut sonuçlarına o kadar odaklandık ki zihnimizi, düşünce tarzımızı, yargılama ve karara varma sürecimizi bir bütün olarak kendi egemenliği altına almasını hep pas geçtik. Modern çağda Müslümanca yaşamayı sorguladık; kamusal alanın bölüşümünden kılık kıyafet mevzusuna kadar. Ama Müslümanın Müslüman gibi düşünme problemini çok az gündem ettik. Oysa Müslüman gibi düşünemeyenin Müslüman gibi yaşama ihtimali yoktur. Zahiren Müslüman gibi yaşıyor gözükse dahi yoktur. Namazın tüm şartlarını yerine getiren ama sadece en başında namaza niyet etmeyen biri; ibadet etmemiş, yalnızca belli süre eğilip kalkmış olacağı gibi, Müslümanca düşünmeyen bir zihnin fiilleri de kulluk dairesinde olamaz. Bu düşünme problemi, başta da belirtildiği gibi temel bir inanç problemidir. Aydınlanma (Dini), tüm ritüelleri, ibadethaneleri ve hatta akaid metinleriyle karşımızda. İlk uydurma din de değil sonuncusu da olmayacak, bizi ilgilendiren kısmı da bu değil aslında. Hegemonik, mütecaviz ve dogmatik doğası bizlerin asıl meselesi. Bu insanlık tarihinde öyle bir çığır ki daha önce hiçbir batıl, insanların nasıl düşünmesi gerektiğine dair bu denli yoğun bir egemenlik ve otorite sağlayamamıştı. 

2

En başta sorulan sorular rastgele seçilmiş değildi elbette, içlerinde “faizden niçin uzak durmalıyız”, “alkolden niçin kaçınmalıyız” gibi modern dünyanın barışık olduğu meseleler yok. Bilhassa, modern değerlerle İslam’ın vaaz ettiği ya da men etttiği şeylerin en azından kısmi olarak kesişim gösterdiği mevzular. Yakından dikkatlice bakıldığında bu kesişim kümesinin çok dar hatta zannedilen birçok konuda hiç olmadığını görsek dahi; zahiren ve yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde, misalen modern değerler işkenceyi kabul etmezken İslam da “müsle”  olarak isimlendirdiği işkenceden mü’minleri sakındırıyor. Hayvan haklarına ve doğanın korunmasına dair modern dünyada yükselen bir aktivizm varken İslami kaynaklarda da bu yönde birçok uyarı ve teşvik var. 

İlginçtir, Şeriatın en temel kaidelerinin seslendirilmesinden rahatsız olanlar, laiklik yahut liberalizmin kerametlerinden şüphe duymayanlar; mevzu (görüntüde) modern değerlerle uyumlu İslami kaidelere gelince, bunları argümanlarına sos olarak katmakta hiçbir beis görmüyor. Ancak İslam, yemeğinize katacağınız tuz, ortamı güzelleştirmek için kullanacağınız bir süs değildir. İslami kaideler bizatihi zamanı, mekanı ve varoluşu şekillendirir. Ondan başka bir temel yoktur, her şey ona amadedir. İslam, bölünebilecek ve bir kısmı alınıp diğer kısmı atılacak bir şey değildir. Sorun yalnız sekülerlerin “kullanışlı” buldukları İslami değerleri istismarı değildir, bu ikincil bir konu. Asıl olan samimi Müslümanların düşünme problemidir ki yazının asıl meselesi de onlar. 

Amelleri riyadan korumak ne kadar mühimse modernist motivasyonlardan korumak da o kadar mühim. Modern bir aktivist mi olacaksın yoksa düz bir mü’min mi sorusu, basit bir slogandan fazlasıdır. Mü’min ve mü’minelerin asli olarak iki görevi vardır: Murad-ı İlahiyi aramak ve Rıza-ı İlahiyi kazanmak. Allah ne murad etmiştir ve onun rızasını kazanmak için neler yapmalıyız  meselesi Müslüman zihnin yegane ve şaşmaz odağıdır. Her fiilimiz bunun ürünü olmalıdır. Tüm büyük İslam medeniyetleri bunun üzerine kurulmuş ve her birinin muvaffakiyeti de burada saklıdır. Hayvanları korumak için kurulan vakıflar, ortaçağın büyük ilim merkezleri, insanın kıymetine dair tasavvuf büyüklerinin sözleri, ehli kitaba karşı gösterilen “tolerans” ve daha fazlası; ulemanın, umeranın, meşayihin ve sıradan halkın Rıza-ı İlahi peşinde koşmasının neticesidir. Motivasyonlarının ilahi kelamda saklı olmasının sonucudur. Bu şekilde ancak Allah’ın muradı doğru anlaşılabilir ve gayrimüslime gösterilen toleransın aslında “gayrimüslimle mü’minin eşitlenmesi” olmadığı, ilimle iştigal etmenin “faydasız ilimlerle” alakalı olmadığı anlaşılır.

3

Peki ya bugün ahvalimiz nasıl? “Avrupa’da yükselen bir hayvan hakları ya da doğa aktivizmi var, bizim neyimiz eksik, hem bu konuda hadis de var” şeklinde özetlenebilecek, nirengi noktasını İslam değil modernizmin oluşturduğu tutum zannettiğimizden daha yaygın. (İşin daha karmaşık yanı ise bunu diyen kişinin düşün dünyası yakından incelendiğinde, bir bilgi kaynağı olarak hadis külliyatlarıyla probleminin ortaya çıkmasının da oldukça yüksek bir ihtimal olması.) Bu da Müslümanların son iki asırdır yaşadığı kaosun, kafa karışıklığının, öz değerleriyle düşünememenin, yabancılaşmanın bir parçası. Oysa kendi değerlerine dönen bir Müslüman, Rıza-ı İlahiye ulaşmanın yanında çok daha berrak bir zihne ulaşırken, yeni bir medeniyetin tohumlarını da ekebilecek. Açıkça söylemeliyiz ki çözüm bulmak için adım atabilelim: bilgiyle, bilgiyi kavrayışımızla, bilgiyi yorumlayışımızla ilgili ciddi problemlerimiz var. Modernist bir motivasyonla hareket edip bunu “İslamileştirmeye” çalışmak da bu problemlerin en önemlilerinden biri. 

Bunu bazı örneklerle açmak arzusundayım. Rıza-ı İlahi peşindeki bir Müslüman, İslam’da ehl-i kitabın korunan haklarını “zimmilik” temelinde ve bağlamında okur. Müslüman için Avrupa’nın “din ve vicdan özgürlüğü” bir mesele değildir, reform/laikliklik/din özgürlüğü Avrupa’nın kendi tarihsel şartları ve çizgisi içinde çıkmış Avrupalı kavramlardır. Müslüman zihnin inşasında bunun yeri olamaz. Hristiyan özgürce kiliseye gidebilmelidir çünkü “çağımızın vaaz ettiği şey çoksesliliktir” mi yoksa “İslam ehl-i kitaba sorumlulukların yanında, bazı haklar da tanımıştır” mı? Doğru cevap ikincisi, ancak birçoklarının zihnindeki temel itici güç birincisi. Ondandır ki İslam Şeriatında ehl-i kitaptan alınacak cizye yahut gayr-i müslimin Müslümanla eşit olmaması, birçok “Müslüman” için, misafir geldiği zaman arka odalara saklanan, dolaplara gizlenen bir şey gibidir. Ondan bahsedilmez ya da bu çağda yeri olmadığı söylenerek bahsedilir. İşin önemli ve ilginç boyutlarından biri de tarih sahnesinde, farklı İslam toplumlarında ehl-i kitaba yönelik ortaya çıkan bazı kısıtlayıcı uygulamalar ki bunlar Peygamber (sav) döneminde uygulanmamıştı. Mesela Hz. Ömer (ra) zamanında toprakların genişlemesiyle Hristiyanlar hilafet toprakları içinde çoğalınca, Müslümanların üzerinde kültürel-dini bir etkiye sebep vermemeleri gayesiyle yeni yasaklara maruz kaldılar yahut Osmanlı döneminde olduğu gibi kiliselerini yenilemelerinin engellenmesi, bineğe binmelerinin/silah taşımalarının yasaklanması, Yahudilik-Hristiyanlık arasındaki ihtidalara izin verilmemesi gibi örnekler vardır. Bunlar "maslahat" gereği dönemin otoritelerince getirilmiş uygulamalardır ve berrak Müslüman zihnin nasıl olması gerektiğini fevkalade biçimde göstermektedir. Ehl-i kitabın hak ve hukukunun korunuyor olması, geçmiş tertemiz nesillerimize (Allah onlardan razı olsun) zimmilik kavramının özünü — yani Müslümanın üstte olduğu hiyerarşi, unutturmamıştır ve eylemler bu sofistike mantık  ve Rıza-ı İlahi çerçevesinde gelişmiştir. Oysa bugün genelde cahilane biçimde "ehl-i kitabın hak ve hukukunu" Batı karşısındaki eziklikten dolayı dile getirenlerin, kimin rızasını almaya çalıştığı ortadadır. “Yahudinin cenazesi geçerken ayağa kalkan peygamber” figürü konjonktürel olarak kullanışlı geldiği için bugün fazlaca alıntılanmaktadır, peki aynı Peygamberin Beni Kureyza, Beni Kaynuka Yahudileriyle olan münasebetleri neden göz ardı edilir? Rıza-ı İlahiden başka rızaların peşinde koşmak, kendine Müslüman diyenleri nasıl bir “parçalı İslam’a” götürmektedir işte somut örnekler. Başta sorduğumuz her soruyu bu şekilde açmak ve hakiki Müslüman bakış açısıyla iğdiş edilmiş zihinlerin farkını ortaya koymak gayet mümkündür. 


Hülasa, niyet olmadan hiçbir ibadet olmayacağı gibi, sağlam bir inanç ve ona göre şekillenmiş düşünme faaliyetimiz olmadıkça da fiillerimiz Allah için olmayacaktır. Müslüman bir zihnin temel motivasyonu ve nirengi noktası Allah’ın rızasıdır. Etrafımızda hızla dönen dünyada kimilerinin ayağı kaymakta kimileri ise ayağının kaydığını farketmemektedir. Aydınlanma değerlerini kendi için -bilinçli ya da bilinçli olmayarak- esas kabul edenler ve sanki vicdan azaplarını giderici bir merhem gibi İslami kaynakların ortasından çekip çıkarttıkları bir alıntıyı da bu karmaşanın içine boca edenler, ayaklarının nasıl kaydığını farketmeyenlerdir. Yükselen deizm/ateizm tehlikeleri bu düşünme, algılama, yargılama, kavrama problemlerinden ayrı olarak ele alınamaz. Müslümanların zihin dünyasının ilahi kaidelere dayanması şarttır — sonradan eklenen İslami kılıflara değil. Ve untulmamalıdır ki ağaçları, Allah onları bu dünyaya bir ziynet ve ayrıca maişet kaynağı olarak yarattığı için sevmeli, korumalıyız. 

3 Ocak 2017 Salı

Barbaros Şansal’ı Dövmek ya da Dövmemek: Rant ve Eziklik Arasında “Türkiye’nin İmajı” Meselesi

@hamakirsali

"Barbaros Şansal'a saldırıp yabancılara malzeme verdiniz yaa"

Alman gazetelerinin, Dersaadet’ten alıp neşr eylediği haberde, güya Birecik’te vuku’a gelen kıtalde (katliam) dokuzyüz Ermeninin telef olduğuna dair yalan haberler” hakkındaki Hariciye belgesinin tarihi 5 Ocak 1896. Benzer arşiv belgeleri şöyle “Reuter Ajansı’nın padişahın sağlığına ilişkin yalan haber neşri”, “Morning Post’un sahibi Parlamenter Sir Algernon Borthurick’in Anadoluya gönderdiği muhabirlerin yalan ve abartılı haber yapmaları ve bu haberlerden Yüzbaşı Norman hakkında bilgi”, “Ermeniler hakkında yalan haber yapan Frankfurt Zeitung Gazetesi’nin tekzib edilmesi”, “Amerikan basınında Osmanlı Devleti aleyhine yapılan neşriyat” ve sayısız “Mezkur gazetedeki haber yalan olduğundan acilen tekzibi gerektiği” uyarıları. 

19. ve 20. asır Osmanlı hariciye belgeleri, “imajımızın” ilk kez bir problem olarak Bâb-ı Âli’de ortaya çıktığını ve hariciyenin uluslararası medyayı yakinen takip edip, yazılanları dert ettiğini, yalanların düzeltilmesi için çaba içine girdiğini gösteriyor. Arşiv, tekziblerle ve yalan haberlere dair ne yapılacağıyla dolu. 

Ancak 21. yüzyıl İstanbulunda hâlâ -daha önce hiç söylenmemiş bir şey söylediğini zannedip- “uluslarası medyanın yalanlarıyla mücadele etmeliyiz ve onlara koz vermemeliyiz” diyen gazeteci ve sâire tayfasına rastlanıyor. 19.yy Osmanlı diplomatlarının yeni bir olay olan “kara propagandayla” mücadele yönteminde izlediği yol, 200 yıl sonra büyük bir icatmış gibi yeniden önümüze çıkarılıyor. Küpür küpür, vakıa vakıa yabancı gazeteleri ya da Twitter’daki yabancı İstanbul muhabirlerini takip etmek, yazdıklarını dert etmek, cevap vermeye çalışmak, onlara “malzeme” verdirmemeye gayret etmek ne yeni ne de etkili bir yöntem. 200 yılı aşkın süredir, uluslarası siyasi ve ekonomik çekişmelerle bağlantılı olarak, tetikçi görevi gören yabancı medya kuruluşları Türkiye’ye karşı propaganda yürütüyor. “Doğru propaganda - yanlış propaganda” diye bir şey yoktur, propagandanın amacı doğruluk değil algı oluşturmaktır. O halde, haber kisvesindeki karalama kampanyalarını doğruluk süzgecinden geçirmeye çalışıp cevap vermeye kalkanlar, yazılanları ciddi bir dert olarak algılayanlar âfâki bir çaba içine girmenin yanı sıra karşı tarafa meşruiyet de vermektedir ve henüz elle tutulur hiçbir faydaları da görülmemiştir. Makro düzeydeki mezkur siyasi ve ekonomik çekişmeler sürdükçe algı savaşı da sürecektir, bu büyük savaş alanını tetikçi olan yabancı gazeteciler ve yazdıklarına indirgeyen, bizi savunmacılığa hapseden bakış açısı iyi ihtimalle aptallık kötü ihtimalle eziklik daha kötü ihtimalle çıkarcılık, en kötü ihtimalle hepsinin toplamıdır.

Barbaros Şansalı Dövmek ya da Dövmemek: Bütün Mesele Bu Değil


2 Ocak akşamı KKTC’den Türkiye’ye getirilen Barbaros Şansal’ın apronda yediği dayak “Ay ele güne rezil olduk yine” yasçılarını da peşinden getirdi (Bu yazı, lince dair bir etik tartışması değil). Dertleri büyük: “bilmem ne gazetesinin İstanbul muhabiri bu konu hakkında İngilizce tweet atmış”. (Allah daha büyük dert vermesin) Tabii hemen Türkiye’nin imajı, bunu korumamız gerektiği, Reuters muhabirlerinin hakkımızda tweet atmasının felaket olacağına dair çok bilmişlikle saflık arasında gidip gelen didaktik laflar dinledik. Bir ara Hababam Sınıfı Ahmet’in köşeden çıkıp “utanacağınızı bilsem yüzünüze tükürürdüm, sizin yüzünüzden WSJ correspondentı hakkımızda olumsuz tweet attı” diyecek sandım.

Farkında olarak ya da olmayarak karşımızdaki ahlaksız propaganda ekibine meşruiyet vermekten başka bir şey değil bu, sanki bu hadise yaşanmasa Türkiye negatif resmedilmeyecekmiş gibi. 15 Temmuz darbe girişiminin sabahında “Türk vatandaşların darbeci askerleri dövdüğü şok ve rahatsız edici görüntüler” haberleri geçen bir şebekeden bahsediyoruz:



Hiçbir kanıt içermeyen ve dur durak bilmeyen IŞİD-Türkiye ilişkileri haberleri, tamamen yalan olan PKK yayınları da bu tetikçilerin ürünüydü. Objektiflik ya da gerçeklik dertleri olan birilerinden bahsetmiyoruz. Belli bir amacı olan  ve bu amaç doğrultusunda bir şey yapsan da yapmasan da senin aleyhinde yayın yapacak, yalan haber üretecek tetikçilerden bahsediyoruz. Kimse Barbaros Şansal’a yapılan saldırıyı desteklemek zorunda değil, ancak bunu “yabancı medya ne dedi”, “imajımız ne olacak” üzerinden okumak “hayır biz deveye binmiyoruz, Arap da değiliz” saçmalığından bir adım bile ileri gidilmediğinin  ve ahlaksız medya kuruluşlarına hala gereksiz payeler verildiğinin göstergesidir. Olaylara geniş pencereden bakmak yerine küpürlere, Twitter hesaplarına sıkışan ve dünyalarını, yabancı Cihangir muhabirlerine endeksleyenlerin bu ülkeye söyleyecek kayda değer bir sözü de yoktur.


Pastadan Pay Alma Yarışı


Türkiye, yalnızca dış güçler nazarında, dilimlenmiş lezzetli bir pasta değil. Ayrıca içerdeki çeşitli klikler de ülkeyi bu şekilde algılıyor. İktidar kanadının içinde birbirine rakip güç odakları var ve teşkilatlar, medya, bürokrasi bu güç savaşının meydanı haline gelmekte. “Türkiye’nin tezlerini anlatma ve uluslararası karalama kampanyasına cevap verme” iddiası da rakip kliklerde ortak bir gündem olarak kendine yer bulmuş vaziyette (Birçok kliğin genel iktidar tabanıyla alakası olmayan çıkar grupları olduğunu da belirtmek lazım). Ne de olsa Hamidiye Devri’nden beri uluslarası operasyonların bu kadar göbeğinde kaldığımız bir dönem yoktu, ve içinde bulunduğumuz konjonktür, define avcıları için müthiş bir atmosfer. California’ya altın bulma umuduyla akın akın koşan Amerikalılar gibi, bürokrasinin, bakanlıkların ve daha da yüksek yerlerin kapıları aşındırılıyor: “Ben savunucam, hayır ben savunucam, en çok ben savunucam”. Bakanlıklara ve çeşitli koordinatörlüklere kaç tane bu yönde aday proje gitti bilmiyorum, ama incelendiğinde hiç de azımsanmayacak sayıda olduğu kesin. Ajanslar, dernekler, gazeteciler hepsi fonlanmak için bekliyor.

Salih niyetle yola çıkanlar elbette vardır, ancak ekserisi için aynı şeyi söylemek zor. Dahası, olay niyetten de öte. Sonuç olarak Türkiye, devletiyle milletiyle birilerinin “yabancılarla kavga etmek” , “bizim tezimizi anlatmak” üzere desteklenmesinden şimdiye kadar nasıl kazanımlar elde etmiştir? Uluslararası, hatta ulusal çapta bir algı yaratma konusunda nasıl başarılar elde edilmiştir? Yoksa sadece “mücadele” diye yola çıkıp medya takip merkezleri mi kalmıştır elimizde? 

Martin Mayer reklamcılık alanında başyapıt olan “Madison Avenue” kitabında şirketlerin çok büyük reklam harcamaları yapmalarının temel sebebi olarak “güvende hissetme” ihtiyacından bahseder. Özel şirketlerden kat be kat fazla güvenlik kaygısı taşıyan devletin bu alana yatırım yapması kaçınılmaz ve aynı zamanda gereklidir de. Ancak azami dikkatle, ve verimlilik göz önünde bulundurularak yatırımlar yapılmalıdır.

Çözüm Nedir?


Her şeyden önce, savunmacı psikoloji çözüm değildir. Emekli dedeler gibi sallanan sandalyemize oturup Guardian’ı, NY Times’ı fosforlu kalemle üstünü çize çize okumak; yabancı muhabirlerin Twitter hesaplarını stalklamak; sebebi pas geçip sonuç olan tetikçilere ve propagandalarına odaklanmak çözümün parçası olamaz, bu it dalaşıdır. İt dalaşıyla savaş kazanılmaz, kazanılmadığı gibi karşı tarafın uçak ve pilotları daha üstünse -ki öyle- zayiata sebep olur. Öte yandan “yabancılara malzeme vermeyelim” argümanı da karşı taraf zaten propaganda için gerçeklik aramadığı için muhaldir, hatta bu ahlaksızlığa meşru bir temel atfettiği için zararlıdır.

Tüm oyunu ve savaşı karşı tarafın kurgulamasına izin verip küçük savunma hattımızda durarak düşmanı durdurabileceğimizi zannediyoruz. Başkasının oyununu oynayıp sonunda galip çıkacağımızı düşünmek ya saflık ya da çarpıtmayla açıklanır. 

2008’den beri Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’ye doğrudan askeri müdahalelerde/işgallerde bulunan; soğuk savaş günlerini hatırlatır biçimde Batı’yı karşısına alan, yurt içinde sert anti-demokratik politikalar izleyen, gerektiğinde yurt içi ve yurt dışında muhaliflerini öldürten ve tüm bunlara rağmen Batı kamuoyunda bir türlü marjinalleşmeyen Rusya, ve Rusyanın Batıyla olan propaganda savaşı dikkatle incelenmesi gereken bir konudur. Avrupa’daki birçok STK, basın kuruluşu ve siyasi partiyi kendi periferisine alan Rusya, Avrupa içinde ileri karakollara sahip olduğu için Batıyla mücadelesi başa baştır. Russia Today ve Sputnik gibi kendi anlatısını geniş kitlelere yayma olanakları da var. Tabii ki tüm bunlarda konjonktürün Rusyaya tanıdığı imkanlar ve Rusya’nın gücü etkin. Türkiye de kendi gücü ve imkanları nisbetince, savunmacılıktan ziyade daha atılgan bir pozisyona geçmelidir ki Allah’a şükür bunun da işaretleri var.


Ancak hiçbir durumda, hakkımızdaki yalanlar ve kara propaganda bitmeyecek. Özgüvene ihtiyaç duyduğumuz günler çoktan geldi ve daha da gelecek. Umarım o günlere, tüm stratejileri yabancı muhabirlerin hakkımızda ne tweet attığını önemsemek olanlarla ve/ya vatan gibi bir dertleri olmayan çıkar gruplarıyla girmeyiz.

27 Mayıs 2016 Cuma

Laik Devlet Dinsiz Toplumun Köprüsüdür: Bir Şeriat Tartışması





Bismillahirrahmanirrahim


Yıl 600’ler.
Yer Medine: Cahiliye Yesrib’inin nurla yıkanmış, hicretle şereflenmiş, risalet kandiliyle aydınlanmış yeni yüzü. Alemlere rahmet habibullah Muhammed Mustafa aleyhisselatu vesselam; daha sonradan emir-ül mü’minin olacak Ömer (ra)’ın oğlu Abdullah ibn Ömer (ra) ile konuşuyor. Ve mübarek dudaklarından şu ilahi ikaz yükseliyor:

Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zi­ra o senin hem etin, hem kanındır

Hint’ten Roma’ya, antikiteden moderne; insanlık tarihinde bu denli kalpleri titretecek bir beşer kelamı var mıdır bilmem. İnsanın varoluşana dair en temel sırrı ifade eden bu hadis-i şerif adeta Zariyat/56’nın tefsiri gibidir:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ  
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

Vahyin açık beyanından da anlaşılacağa üzere, varoluşsal bir ikilem yahut krize sebebiyet vermeyecek netlikte, insanoğlunun varlığının sebeb-i hikmeti yalnız ve yalnız Allah’a kulluk etmek, bunu başarmak için de Allah’ın dinine sarılmaktır. 

İşin modern zamanları ilgilendiren kısmı ise artık Allah’ın dinine “ne zaman” ve “nerede”  sarılacağımızın bizlere dikte edildiği bir çağı teneffüs ediyor oluşumuz. Avrupa’nın izlediği rönesans, reform, aydınlanma çizgisi ve sonucunda ulaştığı devlet ve kilise ayrılığı; 19.yy’dan itibaren İslam dünyasında da bazı akisler bulmuş ve kimi zaman Avrupa baskısı kimi zaman yerli Frenkler eliyle gayritabii bir şekilde siyaseti dinden arındırma, bu eksende dinin toplumsal hayatta oynadığı rolü minimize etme ve dine modern yaklaşımlar getirme projeleri yürütülmüştür. Devleti dinsizleştirmek hiçbir zaman orada durmamış; bu önce toplumun dindarlığını zedelemeye, oradan da bireyin Allahla ilişkisini harap ederek külli bir dinsizleşmeye kapı açmıştır. Öfemizm olarak "sekülerleşme" denen bu dinsizlik haliyle modern Müslümanın barışması da işbu tezi doğrulayan bir göstergedir.

İslam dünyasında yürütülen mezkur projeler, Müslümanların ve İslam birikiminin varlığına karşı Moğollardan da Haçlılardan da daha büyük tehdit teşkil etmektedir; zaten, takribi 200 yıllık süre zarfında, yarattıkları tahribat da  ne Bağdat’ın uğradığı Moğol istilası ne de Kudüs’ün Haçlı ellerine düşmesiyle ölçülebilir. Müslüman zihin iğdiş edilmiş, modern bid’at fırkalarla binlerce yıllık İslam muktesabatı çiğnenmiş, Müslüman toprakları kolonileşmiş, kolonyalizme başkaldırı için ortaya çıkan çoğu ihya figürü/hareketi (Mevdudi, Abduh, Afgani vs.) ise "tecdid" adı altında "tahrip" yaratma ve İslam’ın temelleriyle oynama yolunu seçmiştir.

Tarihsel arka plana daha fazla girmeden İslam-devlet ilişkisi ve laiklik savunularına değinmemiz gerekirse: evvela İslam zaviyesinde durumun nasıl olması gerektiğini kısaca özetledik. Beşerin tek görevi Allah’a kul olmakken, İslam'ın birçok kaidesi ancak bir devlet gücü olduğu zaman uygulanabilecekken “evinizde/camiinizde Müslüman olun, devlette değil” demek Müslüman aklın kabul edemeyeceği bir garabet ve zillettir. Nasıl selam verileceğinden, nereye hangi ayakla girileceğine; misafirlik adabından komşu ilişkilerine; hayatın tüm alanını dizayn eden İslamiyet’in devlet tasavvuru olmadığı, devlete talip olmadığı, kamusal alan üzerinde hakim olmak istemediği şeklindeki hezeyanlar modern dönemde ortaya çıkmış ve ne hikmetse bizden evvelki Müslümanların aklına asırlar boyu gelmemiş fikirlerdir! Medine’ye varınca ilk işi kurucu unsuru Müslümanlar olan bir devlet kurup yine kurucu unsuru Müslümanlar olan bir toplumsal akit hazırlamak olan Peygamber aleyhisselatu vesselam’ın önderlik ve örnekliği bizler için yeterlidir. İslam’dan laiklik çıkmaz, çıkarmaya çalışan ya sefil bir cahil yahut dinsizliği hakim kılma telaşındaki bir art niyetlidir. Devlet nasıl yönetilecektir, kanunlar nasıl olmalıdır, devlet erki sokağı/hayatı nasıl regüle edecektir; bunları ve daha fazlasını Şeriat ihtiva etmektedir. 

İslam, yeşerip büyümek ve hakim olmak için bir alana ihtiyaç duyar. İslam’ın doğası gereği, bu  alan yalnız devlet-dışı (aile, sivil toplum) toplumsal kurumlar olamaz, İslam devlet erkine taliptir. Zira devlet erki ve devlet-dışı kurumların İslami nitelikleri birbirlerini beslemekte ve hayati bir bağ ile birbirlerine bağlanmaktadırlar. Bu, şu anlama gelmektedir: “Müslümanlar STK kursun, aile içinde güçlü nesiller yetiştirsin ama devlet dinsiz olsun, ona müdahale etmesinler” şeklindeki fikir batıldır ve ne akıl ne nakil açısından bizlerin kabul edebileceği bir nazariye değildir. (Aynı şekilde tam tersten, İslam'ı devlete sıkıştırıp bireysel/ailesel yönünü yok saymak da batıl bir çabadır) Nakil açısından sorunları Peygamberin hayatı üzerinden yeterince ele aldık ve Allah'ın adalet tecellisi olarak buyurduğu had cezaları gibi birçok İslami konseptin ancak devlet gücüyle kuvveden fiile çıkarılabileceği de aşikar (yani İslami yönetim, Kur'ânî bir emirdir). Bir de akli olarak; devletsiz, sivil topluma sıkıştırılmış İslam fikrinin niçin muhal olduğu üzerine düşünmeliyiz: Bir ülkenin sokaklarını İslam Şeriatı’nın (yahut başka bir şeriatın) düzenlemiyor olması, o sokakların dizayn edilmediği anlamına gelmez. Doğa boşluk kabul etmez, ölüm doğumu, gece gündüzü takip eder ve İslam Şeriatı’nın boş bıraktığı sokaklar laikliğin mütecaviz doğasıyla doldurulur. Müslümanlar her gün İslami ahlaka muhalif bilboardların önünden geçmek zorunda kalır, çocuklarını karma okullara göndermek mecburiyetiyle karşılaşır, toplu taşımada kadın-erkek ayrılığı talep edemez, televizyonlar davetsiz biçimde hayatlarını etkiler, eşcinsellik/zina yahut ateistliğin yahut içki/kumarın kamusal görünürlüğüne/kabulüne ve bunların nesiller üzerindeki etkilerine hiçbir müdahale hakları olmaz, dini kurallar ve laik yasaların çelişmesi durumları mümkün olur, faiz sistemi her yanı sarar ve nihayet; din [algısı] esner, dindarlar esner, Kur’an bir mushaftan, Müslümanlık bir etiketten fazlası olmaz, devletin dinsizliği toplumun dinsizliğinin köprüsü olur. Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok Batı’nın deneyimleri ve bizim 200 yıllık tecrübemiz ortadadır.

Sosyolog Volkan Ertit’in “Türkiye sekülerleşiyor” tezi ve bu tezine dayanak olarak sunduğu deliller kalır devletsiz İslam’dan geriye. Evet Türkiye sekülerleşiyor, yeni "dindarlık-lar" oluşuyor ve Etyen Mahçupyan da çok seviyor bu tezi dile getirmeyi, İslami bir yönetimin mümkün olmayacağını  çünkü çeşitlenen (daha doğru ifadeyle deforme olan, modernizmin altında ezilen) bazı Müslümanlar’ın böyle bir talebi olmadığını söylüyor. Ama yaşanan bu toplumsal dönüşüm zaten İslami bir yönetimin olmamasının ve laikliğin ortak kabul olarak dayatılmasının eseri! Cumhuriyet dönemi dayatmaları sonucu Müslümanlar arasında peyderpey ortaya çıkan ve son 30 yıllık süreçte dünya çapında yaşanan freni patlamış "küreselleşmeyle" de iyice perçinlenen sapmaları, kontekstinden alıp başlı başına bir delilmiş ve İslami tabanda buna doğru ihtiyari bir yönelim varmış gibi sunmak; ve bundan çıkarım yapmak şark kurnazlığıdır, el çabukluğudur. Mahçupyan’ın bir diğer tezi şu:

(…) bu bakış dini ideolojikleştiriyor. Dinin pratik hayatın kurucu unsuru olarak görülmesi, onu alternatif bakışlar arasında biri haline getirir ve kaçınılmaz olarak siyasileştirir. Adım adım dinselleşmiş siyasetten, siyasileşmiş dine geçersiniz ve dini elinizden kaçırırsınız. (Karar Gazetesi / 19.05.2016)

Öncelikle Mahçupyan’a İslam’ı bu kadar düşündüğü ve hassas olduğu için teşekkür etmek boynumuzun borcu… “İslam’a rağmen İslam için İslam’ı koruma” her baba yiğite nasip olmuyor. Şayet İslam ve Müslümanlar, Etyen Mahçupyan'ın korkularını (çeşitli şerhler düşmek kaydıyla) paylaşmıyorsa? Son bir asır öncesinde Müslümanların böyle bir gündemi dahi yoktu, imamsız-hilafetsiz bir ümmet fikrini düşünmek mümkün değildi, Hz. Muhammed (sav)’in kurduğu ilk siyasal entite (Medine İslam Devleti) ve sonraki asırlar boyu gelişen İslam medeniyeti “din elimizden kaçar” diyerek dini devletten soyutlamadı, zaten din de elden kaçmadı (yaşanan tüm çatışmalara rağmen). 

[Şunu hassaten belirtmek lazım: “dinin siyasallaşması” şeklinde kavramsallaştırılabilecek tehlike de asıl olarak 20.yy’da , İslami Modernizm/İhya hareketlerinin İslamı reforme etme çabaları sırasında sadır olmuştur. Bu eksende “din acaba ne der” sorusundan ziyade “gelişmek, Batıyı yakalamak için dine ve geleneğe nasıl bakmalıyız” yaklaşımı hakim gelmiştir. Hatta bu eksende Mevdudi gibi bazı düşünürler; tevhid kavramını politikleştirmiş, İslam'ın her şeyden önce ana gayesi olan nefs terbiyesini küçümsemiş, "ibadetlerin dahi, Müslümanların siyasi amaçlarını gerçekleştirmeleri yolunda, bir araç olduğu" şeklinde din dışı yorumlar yapmışlardır. Bizim için dinin siyasallaşması olarak nitelendirilebilecek tek tehlike budur. Şer’i düzenin siyasi erke hakimiyeti değil. (Detay için bkz. İslam'ın Siyasi Yorumu - Ebu'l Hasan en-Nedvi (Bedir Yayınları)]

Öte yandan siyasi erkin her şeyi yozlaştıran, kendine değeni tuz buz eden kadim bir lanet olduğuna yönelik Mahçupyan’ın pesimist ve distopik anlatısı da çocukları “cızz” diye korkutmayı anımsatmakta ve daha fazla bir anlam ifade etmemektedir. Türkiye’nin mevcut ahvali ile yönetimi İslamileştirme çabasının ters tepebileceği haklı bir tahmindir, bunun için meşakkatli bir çaba ve ayakları yere basan geçiş süreçleri/kadrolar lazımdır, ancak tüm zaman ve mekanlarda geçerli bir kanunmuş ve sahih bir İslami yönetim mümkün olamazmış gibi kehanetlerde bulunmak açıkçası palavradır; dini de tarihi de karşına almaktır.  Mahçupyan şer’i bir düzen istemiyor olabilir ama isteklerini olgulara yahut Türkiye sosyolojisine söyletmekten ve Türkiye'deki yönetim kadrosunu laiklik lehinde etkileme çabasına da "İslam'ın hayrını düşünüyorum" boyası atmaktan vazgeçmeli.

Son olarak, Mahçupyan İslam’ın “alternatif bakışlar arasında biri” haline gelme tehlikesinden bahsetmekte. Yine kendisine teşekkür etmeliyiz ki oldukça düşünceli. Peki sormak lazım: İslam’ın alternatif bakışlar arasından biri olması durumunu zaten bugünlerde en şedid haliyle yaşamıyor muyuz? Evet yaşıyoruz ve yaşayacağız, çünkü sekülerizmin vaadi budur. Mahçupyan bizleri faraziyelerle korkutuyor, ama biz önümüzde duran mevcut zillet tablosunu görüyoruz. (Bu insanın aklıyla dalga geçmek değilse nedir bilmiyorum ama Mahçupyan, sekülerizmle "İslamı alternatif bakışlar arasında biri olmaktan kurtarmayı" vaadetmektedir!) İslam doğası gereği siyasi erke talip olduğu için, sekülerizm bu topraklara iç ve dış müdahalelerle zerkedilmeye çalışıldı. Sonuç olarak da  Osmanlı’da primus inter pares olan İslam/Müslümanlar; fikirler arasında bir fikir, hizipler arasında bir hizip konumuna çekilmiştir/çekilmektedir. Laiklik marifetiyle tarihindeki dip noktası yaşatılmakta olan bir ümmeti bunla korkutmak da akıl karı değildir.

Velhasıl, şunu belirtmek şart; Roma ve Pers gibi iki büyük merkezi monarşiyle etkileşime geçmiş Türkler ve Araplar, asırlar süren bu tecrübelerinden (MS 630-1453) çok şey öğrendiler, alınması gereken pratikleri, kurumları süzgeçlerinden geçirip aldılar. 19.yy itibariyle liberal demokrasi fikriyle olan etkileşimimiz ve 1923’den beri altında yaşadığımız cumhuriyet deneyimi de elbette bize bazı pratikleri ve kurumları yadigar bırakabilir. Süzgecin deliklerini şeriat tanzim ettiği müddetçe bunda beis görmek abestir ve tarihin akışına, insanın doğasına başkaldırıdır. Lakin Müslümanların ve İslam’ın doğrudan varlığına tehdit teşkil eden laiklik gibi prensipler, bu ödünç alma yahut devşirme sürecinde bize yadigar kalabilecek bir şey değildir. İslam, devlet gücüne ve toplumu kontrol etmeye taliptir; nakli deliller de akli deliller de İslam tarihi de bunun şahididir. İslam’ı sivil topluma sıkıştırmak afaki, cahilce yahut art niyetli bir çabadır. Devlet-dışı kurumlar kadar devletin de İslamlaşması şarttır. Kemâle ermiş bir İslami toplum ancak siyasetinden ailesine tüm içtimai kurumların tekamülü ve işbirliğiyle mümkün olacaktır. Hidayet ve tevfik Allahtandır